POSTMODERNİZM VE FELSEFE


*
Postmodern Felsefe Mümkün mü?
*
Felsefe, özellikle son dönem Fransız felsefe geleneği, hem postmodernizm hakkında başlıca bir tartışma alanı hem de postmodemizmi neyin oluşturduğuna ilişkin pek çok teorinin kaynağı olmuştur. Muhtemelen bu bakımdan anılması gereken başlıca figür, Postmodern Durum: Bilgi Üzerine Bir Rapor (The Postmodern Condition: A Report on Knowledge, 1979) başlıklı kitabı, yaygın biçimde postmodemizmin en güçlü teorik ifadesi olarak kabul edilen Jean-François Lyotard’dır. Lyotard’ın, Batı kültürünün “büyük anlatılarını (yani evrensel teorilerini) günümüzde bütün inanlırlıklarını yitirdiklerinden dolayı reddetmemiz gerektiği çağrısı, bütün kisveleri içinde otoriteyi küçümsemesiyle postmodemizmin ethosunu özetler. Örneğin, süregiden Marxizm argümanını tartışmakla uğraşmanın artık hiçbir anlamı yoktur; daha çok, yaşamımızla ilgisiz bir şey olarak onu görmezden gelmeliyiz. Postmodern felsefe, bu muhalif tarzı oluşturmamız konusunda argümanlar ve teknikler sağladığı kadar, bu tür kuşatıcı otoritelerin yokluğunda değer yargılarını oluşturmamız konusunda da araçlar sağlar.

Felsefi bir akım olarak postmodemizmi tanımlamanın en iyi yollarından biri, onu bir şüphecilik -otorite, kabul gören bilgelik, kültürel ve politik normlar, vb. hakkındaki şüphecilik- biçimi olarak tanımlamak olacaktır; bu tanım, postmodemizmi, Batı düşüncesinde klâsik Yunan felsefesine kadar geriye giden uzun soluklu bir geleneğin içine yerleştirir. Şüphecilik, nihaî hakikatlere ya da nihaî hakikat olarak kabul edilen şeyi belirleyecek kriterlere sahip olduğunu iddia eden diğer felsefi teorileri yıkmaya girişen, temelde olumsuz bir felsefe biçimidir. Bu tür bir felsefe tarzını tanımlayan teknik terim, “anti-temelsel”dir. Anti-temelciler, “Yeri geldiğinde temelinizin (yani hareket noktanızın) doğruluğunu güvence altına alan nedir?” türünde sorular sorarak, söylem temellerinin geçerliliğini tartışırlar. Postmodemizm, muhtemelen en önde geleni, “bütün değerlerin yeniden-değerlendirilmesi” yönündeki çağrısı, hareket için bir savaş narası oluşturan on dokuzuncu yüzyılın putkırıcı Alman filozofu Nietzsche olan anti-temelci filozofların ortaya koyduğu örnekten güçlü bir biçimde esinlenir.

Bununla beraber, postmodemizmin şüpheci sicilini daha ayrıntılı biçimde incelemeden önce, kimlerin ve nelerin postmodern felsefe başlığı altında düşünülebileceğinden söz etmek yararlı olacaktır. Burada, yalnızca Lyotard gibi açıktan açığa postmodernist düşünürlerin dâhil oluşunun değil, aynı zamanda postyapısalcılık adı altına giren yapıbozum türünden çeşitli söylemlerin de kastedildiği anlaşılacaktır. Postyapısalcılığın, yapısalcı düşünce geleneğini reddedişi, geçerli otoriteye yönelik başka bir şüpheci tutumu da oluşturur ve postmodern entelektüel manzaranın bir parçası olarak ele alınabilir. Postmodern felsefe, bir şekilde baştan sona ayrıksı bir alan olsa da, hakkıyla kabul edilebilir bir felsefe tarzı olarak tartışılmasını makul kılan bu şüphecilik tutumu, anti-temelci eğilim ve otoriteye karşı neredeyse refleks hoşnutsuzluk gibi bazı yinelenen özelliklerden söz edebiliriz.

Postyapısalcılık
Postyapısalcılık, çeşitli entelektüel disiplinleri kapsayan, yalnızca yapısalcılığın ve onun metotlarının değil, aynı zamanda bu metotların arkasında yatan ideolojik varsayımların da reddini gerektiren geniş bir kültürel harekettir. Bu yüzden postyapısalcılık, genel anlamda postmodemizmin görüldüğü gibi, hem felsefi hem de politik bir hareket olarak görülebilir. Postyapısalcılık, yapısalcılığın somutlaştırmaya başladığı düşünülen kültürel kesinliklere, dünyanın doğası gereği biline­bilir olduğu ve yapısalcılığın bize bu dünyayı oluşturan çeşitli sistemlerin kilidini açacak metodolojik bir anahtar sunduğu inancı gibi kesinliklere şüphe düşürdü. Yapısalcılık, ölümünden sonra yayınlanan kitabı Genel Dilbilim Dersleri'nde (Course in General Linguistics, 1916) dilbilim incelemesini kökünden değiştiren İsviçreli dilbilimci Ferdinand de Saussure’ün dilbilimsel teorilerini örnek alır. Saussure’ün dil hakkındaki başlıca vurgusu, her şeyden önce dilin bir sistem olduğu yönündedir: dilin çeşitli unsurlarının işleyiş tarzını yöneten kurallara ve düzenlemelere (ya da içsel gramere) sahip bir sistem. Dil, göstergelerden meydana geliyordu; göstergeler, iki bölümden, bir zihinsel anlama ediminde göstergeyi kurmak için birleşen bir gösterenden (sözcük) ve bir gösterilenden (kavram) oluşuyordu. Bir sözcük ve isimlendirdiği nesne arasında hiçbir zorunlu bağlantı bulunmasa da (Saussure’ün kabul ettiği şekliyle bunlar “keyfî” idi), uzlaşım gücü, herhangi birinin isteğine göre değişmemelerini güvence altına alıyordu. Dil ve anlam üretimi için en azından görece bir sabitlik vardı ve dil, dilbilimsel topluluk açısından öngörülebilir bir yanıta neden olan bir göstergeler sistemi olarak görülmeliydi.

Saussure’ün ortaya koyduğu dilbilimsel model, bu modeli bütün sistemlere uygulayan ve her sistemin kendi işleyişlerini yöneten içsel bir gramere sahip olduğu varsayımını üreten yapısalcı çözümlemenin temelini oluşturdu. Yapısalcı çözümlemenin amacı, söz konusu sistem ister kabile miti, reklâmcılık endüstrisi, isterse edebiyat ya da moda dünyası olsun, bu grameri açığa çıkarmaktı. Nihayetinde postyapısalcılar, yapısalcı girişimin hiçbir noksanın olmadığı, her şeyin yerli yerinde olduğu, kuşatıcı düzenliliğine karşı çıktılar. Bu yüzden Claude Levi- Strauss ya da erken dönem Roland Barthes gibi bir düşünüre göre, bir anlatının her ayrıntısı, (hiçbir rastlantısal unsurun olmadığı) son ürünün yapısı açısından önemliydi ve anlatılar, belirli örneklerin (sözgelimi verili bir kabile mitinin) yalnızca merkezî bir temaya dayanan çeşitlemeler olduğu özgül türlere ayrılıyordu. Böylesi bir perspektiften bir sistem (ya da anlatı) bir diğerine çok benzer görünmeye başlar ve gramerinin çözümlenmesi, neredeyse bulunacak şey önceden bilinirmişçesine yeterince öngörülebilir bir uygulamaya dönüşür; hatta yapısalcıların kullandığı analitik tekniklerin, sonuçlan belirlediği de öne sürülebilirdi ve postyapısalcılar, bunu öne sürdüler. Yapısalcılık rastlantıya, yaratıcılığa ya da beklenmeyene hemen hiç olanak tanımıyor görünür. Bir postyapısalcıya göre bunlar, sistemler arasındaki bütün benzerliklerden çok daha önemlidir ve postyapısalcı düşünürler arasında, benzemezliği, farkı ve çözümlemenin öngörülemezi iğini bulmaya ve bunlardan söz etmeye yönelik bir bağlılık vardır.

Yapıbozum
Jacques Derrida’nın yapıbozumu, postyapısalcı ethosun en güçlü ifadelerinden biri haline geldi. Yapıbozum, yapısalcılığın sistem kurucu yönünü hedef aldı ve tüm fenomenlerin sistemlerin işleyişlerine indirgendiği fikrine, bu fikrin, çevremiz üzerinde tam kontrole sahip olabileceğimiz imasına karşı çıktı. Derrida’nın göstermeye çalıştığı şey, dilin, aslında genel olarak sistemlerin istikrarsızlığıydı. Ona göre göster­geler, bu tür öngörülebilir kendilikler değildi ve sorunsal olmayan iletişimi güvence altına almak için gösteren ile gösterilenin kusursuz bir bağlaşımı hiçbir zaman yoktu. Her zaman bir anlam “kayma”sı gerçekleşiyordu. Bunun nedeni, sözcüklerin, ses nitelikleriyle, örneğin bir dizi benzer sesli sözcüğün akılda sabit biçimde bir tutulmasıyla daima diğer sözcüklerin yankılarını ve izlerini içermeleridir. Derrida, Fransızca sözcük difference'den türetilen (hem fark hem de erteleme anlamına gelen) differance adı verilen bir kavram aracılığıyla bu kaymanın işler durumundaki kanıtını sunuyordu. Konuşmada bu iki sözcükten hangisinin kastedildiği çıkarılamaz (aynı şekilde sesletilirler), yalnızca yazıda sezilir. Derrida’ya göre, bu noktada açığa vurulan şey, anlamın doğasında yatan belirsizlikti. Dilbilimsel anlam, istikrarsız bir fenomendi: her zaman ve her yerde differance uygulanıyordu. (Derrida’nın differance’ın bir kavram olduğunu reddetmesi işaret edilmeye değer; ona göre differance, yalnızca dilin kendisinde gömülü bir sürecin belirlenmesidir.) Yapıbozumcu yazımda (başlıca uygulayıcılarının hepsinin yinelenen özelliği olan) cinas ve söz oyunu düşkünlüğünün amacı, dilin istikrarsızlığının yanı sıra, yeni ve beklenmedik anlamlar üretmek için sonsuz yaratıcı kapasitesinin sergilenmesidir.

Bu yüzden anlam, bir dizi farklı dinleyici için zamanla değişmeyen sabit bir şey olmaktan çok, sözlü ya da yazılı dilde ortaya çıkar çıkmaz neredeyse buharlaşan (ya da kendisini yeni anlamlara dönüştüren) süreksiz bir fenomendir. Derrida, bütün Batı felsefesinin, bir sözcüğün tüm anlamının, önemli bir kayma olmaksızın dinleyene iletilebileceği tarzda konuşanın zihninde “mevcut” olduğu önermesi üzerine kurulduğunu iddia eder. Bu inanç, onun “mevcudiyet metafiziği” adını verdiği şeydir. Ve Derrida’ya göre, bu bir yanılsamadır: differance, anlamın mevcudiyetinin ya da tamlığının kuruluşunu önlemek için daima iletişimi istilâ eder. Yapıbozumun farka ve normla ya da sistem kurmayla uzlaşamayan şeye bu vurgusu, postmodern felsefi ethosun karakteris­tiğidir.

Michel Foucault, yapısalcı düşüncenin sistem kurma ve farkı dışarıda tutma eğilimlerine karşı çıkan bir diğer düşünürdür. Vurgulanan, bir kez daha fark olgusudur. Foucault, on yedinci ve on sekizinci yüzyıl Batı Avrupa'sında bu normların, sonuçta sınıflandırılmış bütün bir yeni kurumlar alanının (akıl hastaneleri, hapishaneler, hastaneler) “farklı” olanla uğraşmak için ortaya çıktığı şekliyle nasıl uygulandığını betimleyen bir dizi inceleme kaleme almıştır.

Foucault’ya göre bu kurumlar politik iktidarın, toplumdaki egemen bir grubun kendi iradesini diğerlerine dayatma tarzının ifadeleridir.

Gilles Deleuze ve Felix Guattari’nin Anti-Oedipus'u (1972) otoriterizme, bu örnekte Oedipus karmaşası gibi teorilerin mekanizması aracılığıyla, insan arzusunun özgür ifadesini kontrol etmeye çalışan psikanalitik teoriyle iç içe geçmiş otoriterizme karşı bir başka postyapısalcı saldırıyı temsil ediyordu. Deleuze ve Guattari’ye göre bireyler, genellikle bireysel kimlikle ilişkilendirdiğimiz birlik duygusun­dan yoksun, ancak sosyo-politik otoritelerin (sürecin işleyiş tarzının en güçlü örneği faşizmin) denetim altında tuttuğu arzularını ifade etme olanağı bulan “arzulama-makinalan”dır. Deleuze ve Guattari’ye göre psikanaliz, arzunun nasıl baskı altında tutulduğunun bir simgesi haline gelir ve onlar buna karşı -kendi projelerinde, bir tür ideal insan davranışı modeli haline gelen- şizofrenik deneyime dayalı “şizoanalizi" öne sürerler. Postyapısalcı düşüncenin, çoğunlukla yapıbozumdaki bulanık metafizik tartışmalar içinde bir şekilde gizli olan politik boyutu, kesinlikle burada öne çıkar.

Fark feminizmi de, cinsiyet kategorilerinin kabul edilen değişmezliğini sorguladığından dolayı, postyapısalcılık başlığı altına dâhil edilebilir. Argüman, cinsel kimliğin, özellikle kadın kimliğinin sabit bir şey değil, ancak bunun yerine bir öze ya da davranış normuna (bu örnekte ataerkil biçimde türetilen bir davranış normuna) indirgenemeyecek akışkan bir süreç olduğu yönündedir. Luce Irigarav gibi teorisyenler, bu argüman biçimini, ataerki varsayımlarına, özellikle toplumumuzun hâlâ yaygın biçimde sarıldığı ve kadınların baskı altında tutulması için bir temel olarak kullandığı cinsiyet stereotiplerine yol açan eril ve dişil cinsiyet biçimi varsayımına karşı çıkmak için kullanırlar.

Postmodern felsefenin en etkili sözcüsü, Jean-François Lyotard’dır ve günümüzde en kusursuz biçimde postmodern olarak kabul edebilece­ğimiz felsefi yazılarının başından sonuna işleyen tutarlı bir anti- otoriterizm çizgisi vardır. Erken kariyerinde Lyotard, bir Marxist olarak tanımlanabilir. Lyotard, Marxist teoriyi içeriden keskin bir eleştiriye tâbi tutmaya soyunan Socialisme ou barbarie [Sosyalizm ya da Barbarlık] grubunun bir üyesiydi ve grubun gazetesi için Cezayir konusunda sözcü olarak hareket etti. Lyotard’ın 1950'ler ve 1960’lardaki Cezayir özgürlük savaşı üzerine yazıları, ortodoks bir Marxist olmaktan uzak ve Marxist ilkeleri sorgulamaya hevesli olmaktan daha öte birini açığa çıkarır. Onun temel itirazı, Cezayir’in, gerçekte Marxizm'in çok az pratik değere sahip olduğu bir köylü toplumuyken, Komünist Parti hiyerarşisi tarafından klâsik bir proleter devrim örneği olarak ele alındığı yönündeydi.

1960’laıda Socialisme ou barbarie'den ayrıldıktan sonra Lyotard, özbilinçli olarak Marxist geçmişinden uzaklaştı. Kendi kuşağının pek çok Fransız entelektüeli gibi, 1968 Paris evenem en /s ’ inde [olaylarında] Fransız Komünist Partisi’nin benimsediği yönetim yanlısı konumdan dolayı düş kırıklığına uğramıştı ve Libidinal Ekonomi (Libidinal Economy, 1974) gibi eserlerde, o döneme kadar resmî Marxizm’e karşı hissettiği hüsranı dışa vurdu. Libidinal Ekonomi, bütün bireylerin deneyimlediği çeşitli libidinal dürtüler herhangi bir teorinin kontrolünün ötesinde yattığından dolayı, Marxizm’in bu dürtüleri kuşatmaya muktedir olmadığını öne sürdü (bu argüman, Anti-Oedipus' da ifade edilen argümana benzer). Marxizm’in hatası, kesinlikle bu enerjileri baskı altına almaya çalışmasıydı ve bunu yaparken, örtük otoriterizmini açığa vurdu. Kitabın Marxizm’e yönelik şiddetli saldırısının arkasında, Lyotard’ın, insan doğasının ya da tarihsel sürecin, Marxist teorinin vurguladığı gibi öngörülebilir ve bu yüzden yönlendirilebilir olmadığı yönündeki inancı yatar. Lyotard, (Freud’un tanımladığı bilinçaltı dürtüler karmaşasına benzer) libidinal enerjinin, Marxizm’in olayları yönlendirebileceği iddia­sını yıktığını kabul etmemizi ister. Kitap, Lyotard’ın en başarılı ve etkili eseri Postmodern Durum'un özünde yatan “büyük anlatı” eleştirisinin başlangıcı olarak görülebilir.

Postmodern Durum, günümüzde bilginin dünyanın en iyi metası olduğunu ve uluslararası bir çatışma kaynağı olabileceğini öne sürer (bilim yazarları, geleceğin süper bilgisayar kuşaklarının ya da yapay zihinlerin böylesi bir etkiye sahip olabileceklerini tartışmaktadırlar). Lyotard, günümüzde bilgiyi kontrol edenin, politik kontrolü de elinde tuttuğunu vurgular ve bilginin yayılımının olabildiğince açık bir şekilde sürdürülmesini şiddetle talep eder. Bilginin merkezileşmiş politik kontrolüne karşı alternatifi, bütün veri bankalarını herkese açmaktı. Bilgi, anlatı aracılığıyla iletiliyor görünür ve Lyotard büyük anlatılar adını verdiği, her şeyi açıklayabileceklerini ve kendi biçimlerinin (ya da “anlatı”larının) değiştirilmesine yönelik girişimlere karşı durabileceklerini iddia eden teorileri eleştirir. Örneğin Marxizm, doğru olduğunu ve böylelikle herhangi bir eleştiri ya da revizyon gereksiniminin ötesinde olduğunu düşündüğü kendine ait özel dünya tarihi anlatısına sahiptir. Bu, değişen kültürel olayların ışığı altında sürekli olarak yeniden yorum­lanacak bir anlatı değil, zamanla değişmeyen ve otoritesinden asla şüphelenilmemesi gereken zaptedilemez bir teoridir. Lyotard’a göre, bu tür bir tutum otoriterdir ve bunun yerine o, “küçük anlatf’yı (petit recit) över. Küçük anlatılar, bazı özel amaçlan (1968 evenements'inde hükümet reformları talep eden öğrenci ve işçilerin küçük anlatı birliği gibi) gerçekleştirmek için, küçük birey grupları tarafından taktik bir temelde bir araya getirilirler ve bütün toplumun sorunları için çözümlere sahipmiş gibi davranmazlar: ideal tarzda yalnızca kısa süreli amaçlarını gerçekleştirmek için gerektiğince uzun varolurlar. Lyotard, bilginin üretimi ve yayılımında küçük anlatıların en yaratıcı yol olduğunu ve büyük anlatıların geleneksel olarak uyguladıkları tekeli kırmaya yardım ettiklerini düşünür. Günümüzde, örneğin bilimde, başlıca araştırma aracı olarak kabul edilmelidirler. Lyotard bize, “postmodern bilim”in, bütün bir bilimsel topluluğa uygulanacak başka bir büyük anlatıyı kurma girişiminden çok, bir paradokslar, istikrarsızlıklar ve bilinmeyen araştırması olduğunu bildirir.

Lyotard’m amacı, bireysel yaratıcılığı baskı altına aldığını düşündüğü büyük anlatıların kullandığı otoriteyi yıkmaktır. Şunu ilan eder: “Artık büyük anlatılara başvurmuyoruz”; yani artık ne kamusal ne de özel düzeyde eylemlerimizi yönlendirmesi için büyük anlatılara güvenemeyiz. Büyük anlatılarla mücadele etmeyip basitçe onlara inanmaya son vereceğiz; bu durumda, buharlaşacakları varsayılır. Bu, oldukça idealist bir politik süreç görüşüyse de, böylesi bir buharlaşma, Postmodern Durum'un yaymlanışından birkaç yıl sonra, Doğu Avrupa komünizmi -büyük ölçüde politik otoritelerle şiddetli bir çatışma olmadan- çöktüğünde gerçekleşti. Postmodern perspektiften bakılırsa halk, yaygın ideolojiye inanmaktan vazgeçtiğinde, kendi iradesini zorla kabul ettirecek bir otoriteye son verdi.

Büyük anlatılardan ya da her türlü merkezî otoriteden vazgeçtiğimizde karşılaştığımız sorunlardan biri, başkalarının adil ve makul olarak kabul edebileceği değer yargılarının nasıl oluşturulacağıdır. Lyotard, bizi destekleyecek hiçbir büyük anlatı olmasa da, “durum bazında” bir temele göre (Lyotard’ın Aristoteles’in politik ve etik yazılarından uyarladığı bir pragmatizm biçimi) değer yargılarında bulunmanın hâlâ olanaklı olduğunu öne sürdüğü Adil Oyun'da (Just Gaming, 1979) bu sorunla yüzleşir. Mutlak kriterlerin yokluğunun kabul edildiği durum bazında bir temele göre işleyiş, Lyotard’ın “paganizm” olarak göndermede bulunduğu durumdur ve bu, postmodern bir dünyada başvurmak zorunda olduğumuz ideal bir etkinlik tarzı haline gelir. Bizi yönlendirecek bu tür mutlak kriterler ya da inanç temelleri asla olmayacak, ancak Lyotard bunun, büyük anlatı taraftarı eleştirmenlerin öne sürmeyi âdet haline getirdikleri toplumsal düzensizlik yönünde bir çöküşü gerektirmeyeceğini vurgular. Lyotard’ın savunduğu şey, anti-temelciliktir: düşünce ya da inanç sistemimizde, sorgulamanın ötesinde, değer yargıları oluşturma işi için zorunlu temeller olduğu fikrine karşı bir reddiye. Postmodernist felsefe, bakış açısında kararlı biçimde anti-temelci olduğunu ve bunun, kendisini bir şekilde felsefe olarak işlevsiz kılacağını kabul etmekte isteksiz olduğunu kanıtlamıştır.

Lyotard ’in geç felsefesi, “olay” olarak adlandırdığı şeyle ve aynı zamanda “differend” ve “yüce” kavramlarıyla çok yakından ilgilidir. Lyotard’a göre olay, dünyayı görüş tarzımızı dramatik biçimde değiştiren ve bütün ideolojik varsayımlarımıza süreç içinde şüphe düşüren bir hadisedir. Auschwitz, bu tür bir hadisedir, evenements bir diğeri. Özellikle ilki, büyük anlatı teorisi uygulamasıyla mazur gösterilebilecek bir şey değildir; aslında bu, büyük anlatı teorileştiriminin çöktüğü noktayı temsil eder. İkincisi, sistemin uğraşamayacağı bir tür libidinal enerji patlamasıdır. Herhangi bir düzenli evrensel teoride öngörülemeyen ve kuşatılamayan olayların varolduğunu bilmek, yalnızca büyük anlatı sınırlarını değil, aynı zamanda geleceğin temel açıklığını da bilmek demektir. Bu açıklık, postmodernistlerin inanç ilkesi haline gelir. Gelecek, bütün İnsanî çaba anlamsız kılınacak şekilde peşinen belirlenmiş olarak düşünülmemelidir.

Differend’ler, çözümlenemeyen, ancak her zaman bilinip göz önünde tutulmaları gereken gruplar arası çıkar çatışmalarıdır [özellikle bkz., Differend, (The Differend, 1983)]. Her grup, Lyotard’ın adlandırmasıyla, amaçları başkasıyla kıyaslanamayan ve hiçbirisi, başkasını kendi isteklerine boyun eğdirme yönünde etik bir hakka sahip olmayan farklı bir deyiş rejimi içinde yer alır. Pratikte, özellikle politik pratikte gerçekleşme eğiliminde olan şey, mücadele halindeki bir grubun, mücadeleyi kendi lehine “çözümleyerek”, başkasına kendi görüşünü zorla kabul ettirmesidir. Lyotard’a göre bir deyiş-rejimi, bir diğerine tahakküm eder -fiili otoriterizmin klâsik bir örneği. Bunun gündelik dünyadaki bir örneği olarak Lyotard, işverene karşı eyleme geçerse, davasına bakan mahkeme bu tür sömürünün meşruiyeti ilkesi üzerine kurulduğu için sömürülmesine karşılık herhangi bir tazminat elde edemeyen, sömürülen bir işçi örneğinden söz eder. İşverenin deyiş-rejimi, ötekini uygun bir sese sahip olmaktan yoksun bırakır. Bu tür bastırılmış deyiş-rejimlerinin kendi seslerini bulmalarına yardım etmek, filozofların işidir; Lyotard bunu, bir “felsefi politika” olarak tanımlar. Felsefi politika -bu yeni, karşı kültürel deyiş-rej imleri arayışı- postmodern felsefenin en yüksek ifadesi olarak düşünülebilir.

Lyotard, kendisi için bütünleştirici felsefedeki ölümcül hatayı temsil etmeye başlayan bir yüce takıntısı geliştirir. Immanuel Kant, Pratik Aklın Eleştirisi (Critique of Practical Reason, 1788) eserinde, kendi bilgi teorisinde bir boşluk oluşturuyor görünen yüce nosyonuyla boğuşmuştu. Bu teori, kavramlarımızın ve dünyaya ilişkin duyu deneyimimizin birbirleriyle uzlaşmasını gerektiriyordu. Bununla beraber, yüceye döndüğümüzde sonsuz ve mutlak bir şeyle, yani kavranamayanla ve böylelikle bilgi iddialarımıza karşı bir meydan okumayla karşı karşıya bırakılıyorduk. Kant, bu duyguyla umutsuzluğa düşerken, Lyotard bunu, hiçbir felsefi teorinin bütüncül bir varoluş resmi sunamayacağının kanıtı olarak postmodern düşünceye tahsis etti. Yüce daima temsil etme ya da açıklama güçlerimizin ötesinde bulunur ve sonuç olarak postmodern düşünce için muazzam simgesel önem kazanmıştır. Bir büyük anlatı kurma yönündeki bütün çabalar, yüce olgusuyla temelden yoksun kılınacaktır.

Kariyerinin sonlarına doğru Lyotard, “tekno-bilim” güçlerinin (çokuluslu olarak da okuyabiliriz), dünya üzerindeki yaşamın sonunu hazırlayarak, insanlık tarihinin rotasını istenilen yöne çevirme girişim­leriyle çok fazla ilgilenmiştir. Lyotard, tekno-bilimcilerin, kendini yeniden-üretme ve dünya yok olduğu zaman (4,5 milyar yıl sonraki bir olay) evrenin başka bir yerinde varolmayı sürdürme yeteneğine sahip, giderek daha karmaşık bilgisayar teknolojisi geliştirerek, yavaş yavaş insanlığı tablodan çıkarıp attıklarını öne sürer. Lyotard, İnsanlıkdışı'nda (The Inhuman, 1988), tekno-bilimin nihai hedefinin bedensiz düşünceyi olanaklı kılmak olduğu ve bunun, şiddetle karşı çıkılması gereken özde “insanlıkdışı”, insanlığa ve onun değerlerine karşı bir tehdidi temsil ettiği konusunda bizi uyarır. Tekno-bilimcilerin istediği şey, insanlığı varsayılan özüne, yani düşünceye indirgemek ve sonra bunu bilgisayar programı biçiminde itaatkâr kılmaktır. Bedensiz düşünce göz önüne alındığında, elbette artık endişelenecek olaylar ya da differend’ler yoktur; postmodemistlerin o kadar değer verdikleri geleceğin açıklığı da yoktur. Bu, kontrolü ele almak için farklı olanın ve öngörülemeyenin dışarıda tutulmasının bir diğer örneğidir. Küçük anlatı kadar birey de eşitliğin dışında tutulur. Bunların hiçbirisi otoriter düzende bir yere sahip değildir ve Lyotard’a göre insanlığı yalnızca düşünce sürecine indirgeyerek gayri insanileştirme arzusu nihai bir otoriterizm edimidir. Küçük anlatı düzeyinde direniş, fark düşüncesi lehine etik bir edim haline gelir; postmodern dünyada ne pahasına olursa olsun korunması gereken şey, farktır.

Jean Baudrillard’ın eserleri, postmodern felsefenin bir diğer önemli ifadesidir. O da, bütün fenomenlerin arkasında, çözümlenip açıklanması analistin görevi olan gizli yapıların var olduğu nosyonunu nihayetinde reddederek, Marxizm’i ve yapısalcılığı çok eleştirdi. Bunun yerine Baudrillard postmodern dünyanın, artık gerçeklikle simülasyon arasında ayırım yapamadığımız bir simülakrlar dünyası olduğunu düşünüyordu. Simülakrlar, kendilerinden başka hiçbir şeyi temsil etmiyorlardı: göndermede bulundukları başka hiçbir gerçeklik yoktu. Sonuç olarak Baudrillard, günümüzde Disneyland’ın ve televizyonun, Amerika’nın gerçekliğini kurduklarını ve hatta daha karmaşık bir biçimde 1991 Körfez Savaşı’nın gerçekleşmediğini, yalnızca bir simülasyon olduğunu (başından itibaren bir video oyunuymuş gibi görünüyordu) iddia edebildi. Beklenileceği üzere bu, konunun İnsanî boyutuna yönelik açık kinizminden ve duyarsızlığından dolayı, büyük ölçüde eleştiri toplayan bir görüştü.

Baudrillard’m büyük tartışma yaratan bir diğer argümanı, artık sistemlere karşı çıkılmasına gerek kalmadığı, bunun yerine sistemlerin “ayartılabileceği” yönündedir bununla boyun eğmeye aldatılmış olmayı kasteder ( Ayartma (Seduction, 1979). Feministler, ayartma nosyonunun örtük cinsiyet ayrımcılığını aşırı biçimde eleştirdiler ve Baudrillard’ı bu nosyonu kullanarak cinsel stereotipleri güçlendirmekle suçladılar. Feminist argümanın gücü bilinmekteyken, ayartma, zayıf noktalan belirleyerek sistemleri çökertmeye yönelik bir diğer karak­teristik postmodern girişim olarak kabul edilebilir. Genel olarak postmodern felsefe, daha çok güç sistemlerinin (önde gelen örnekler Marxizm ve komünizm) nasıl içe patlatılabileceğini göstermekle ilgilenerek, bu tür sistemlerle doğrudan yüzleşmeye gerek görmez.

Lyotard ve Baudrillard gibi düşünürlerin eserlerinde doktriner Marxizm’e karşı tepki, günümüzde post-Marxizm olarak bilinen bir diğer kültürel hareketin bir parçası olarak kabul edilebilir. Post-Marxizm önemli bir teorik konum haline gelmiştir ve yalnızca kendi Marxist inançlarım reddetmek isteyen figürleri (örneğin Lyotard ve Baudrillard) değil, aynı zamanda yeni teorik ve kültürel gelişmeler açısından Marxizm’i revize etmek isteyen figürleri de içerir. Emesto Laclau ve Chantal Mouffc 1985’te tartışmalı kitapları Hegemonya ve Sosyalist Strateji: Radikal Demokratik bir Politikaya Doğru'yu (Hegomony and Socialist Strategy: Towards a Radical Democratic Politics) yayınla­dıklarında, ikinci grubun sözcülüğünü üstlendiler. Bu incelemede onlar, Marxizm’in, kendisini ortaya çıkan çeşitli yeni toplumsal hareketlerle (örneğin feminizm, Yeşiller, etnik ve cinsel azınlıklar) aynı sıraya koyması gerektiğini, başka bir deyişle, Marxizm’in politik çoğulculuğu kucaklaması ve ölçüt niteliğinde hakikat gövdesi olma iddialarından vazgeçmesi gerektiğini öne sürdüler. Ayrıca Marxizm’in, tanınmaya başlayan çeşitli yeni teorileri -yapıbozum ya da postmodemizm gibi teorileri göz önünde bulundurması gerekiyordu. Bir kez daha, büyük anlatılara ve onların dogmatizmine yönelik karakteristik postmodern güvensizliğin önplana çıktığını gözlemleyebiliriz. Marxizm’in hatası olarak görülen şey, onun zamanla birlikte ilerlemeyi ve toplumun ne kadar değişik (ya da “çoğul”) hale geldiğini fark etmeyi başaramamasıdır. Bunun yerine Marxizm, tek başına hakikate sahip olduğu temeli üzerinde, kendi teorilerini başkalarına dayatmaya çalışma düzeyinde kalmıştı. Bu perspektiften bakıldığında Marxizm, otoriter bir teoridir. Öte yandan Laclau ve Mouffe, değişen kültürel koşullara uyarlanabilecek -ve süreç içinde yeni takipçiler toplayabilecek daha “açık” bir Marxizm öneri­yorlar. Tahmin edileceği gibi, Marxist kurum, Laclau ve Mouffe’un Marxizm’in esaslı bir revizyona gereksinim duyduğu ya da çoğulcu hale gelmeye çalışmak zorunda olduğu iddialarını, Marxizm’in sözde hakikatine ve uygulanma evrenselliğine sarılarak dışladılar.

Büyük anlatı ve onun otoriter eğilimine ilişkin bu güvensizlik, çeşitli ifadeleri boyunca özgürlükçü bir tutumu sürdüren postmodern felsefenin ayırt edici özelliği olarak düşünülebilir. Anglo-Amerikan felsefe dünyasında, yeni kıta felsefesi geleneğinin tanınmış bir savunucusu olan Amerikalı pragmatist filozof Richaıd Rorty’nin desteklediği bu tür görüşler bulabiliriz. Rorty’nin de büyük teorilere tahammülü yoktur; prototip pragmatist tarzda, teorilerin doğru ya da yanlış olup olmamalarından çok, yararlı ya da ilginç olup olmamalarıyla ilgilenir. Rorty’e göre felsefe, bir söyleşi biçiminden fazla bir şey değildir ve davranışlarımızı yönlendirecek bir fikirler kaynağı bulmaya başladı­ğında, Rorty’nin tercihi, edebiyat gibi diğer konulardan yanadır. Rorty’nin, adlandırıldığı şekliyle “post-felsefe”ye dönüşü, Batı felsefe geleneğiyle ilişkilendirilen standart anlatıyı reddedişiyle karakteristik olarak postmodemdir. Yine bir diğer otorite, alelacele tarihsel çöp kutusuna gönderilir.

Postmodemizmin tarihsel çöp kutusuna sıklıkla başvurusundan herkes hoşnut olmamaktadır. Amerikalı eleştirmen Fredric Jameson, bilerek ya da bilmeyerek politik statükonun sürdürülmesine yardımcı olan güçlerle gizli ittifak içinde olduğunu kabul ettiği postmodern teoriden, “geç kapitalizmin kültürel mantığı” olarak söz eder. Postmodernistler, solun ideolojik yüzleşmenin yararına inancını sürekli eleştirmektedirler ve Jameson gibi bir Marxist’e göre bunun sonucu, politik süreç hakkındaki kayıtsızlığı geliştirmede gizli bir çıkarı olan sağın düşüncesine hizmet etmektir. Terry Eagleton, sosyalist ideallerin düşmanı olarak ele aldığı postmodern çizginin kabul edilmesinin ideolojik imalarına sürekli dikkat çekerek, Jameson’a benzer bir görüşü benimser. Christopher Norris, Baudrillard’m eserlerini, özellikle de Körfez Savaşı karşısında küstahlık olduğunu düşündüğü tutumunu sert bir biçimde eleştirmektedir. Norris’e göre, Baudrillard’ın bu savaşın gerçekliğini reddetmesi, postmodemizmin kültürel bir teori olarak boşluğunun simgesidir; Norris, Baudrillard’ın politik kargaşaya ve insan ıstırabına karşı açık duyarsızlığını kabul edemez. Jürgen Habermas, postmodemizmi ideolojik açıdan suçlu bulan bir diğer isimdir ve bu temelden hareketle Lyotard’m felsefesinin karşısında yer alır.

Başkalarının teorik iddiaları konusundaki şüpheciliğin, kendine özgü kesin bir programa sahip olmak anlamına geldiği varsayılsa da, postmodern felsefe genelde kendine özgü olumlu bir teori kurmaktan çok, başka teorileri ve onların hakikat konusundaki iddialarını istikrarsızlaştırmakla ilgilenen güncel bir şüphecilik türü olarak tanımlanmalıdır. Bu yüzden postmodern felsefe, kültürümüzdeki otoriter buyrukları hem teorik hem de politik düzlemde temelden yoksun kılmak için bir felsefe kullanımıdır. Bu tür bir hareketin, çok uzun bir süre ilgi çekip çekmeyeceğini söylemek güçtür. Bir dereceye kadar postmodemizm, kendine özgü bir büyük anlatı haline geldi (çoğu felsefi meseleye ilişkin belirli bir postmodernist çizgi vardır) ve bu yüzden yeri geldiğinde saldırı karşısında savunmasızdır. Aynı zamanda, postmodern filozofların büyük anlatıların çöküşünü abarttıklarını öne sürmek de olanaklıdır; Lyotard’ın büyük anlatıların sürmekte olan önemlerini kabul etmeyişine çok yerinde bir itiraz, (varsa bir büyük anlatı olan) dinî köktenciliğin son yıllarda açıkça yükselişe geçtiği yönündedir. Özellikle İslâmî köktenciliğin gelişimi küresel politik sahnede kendisini önemli bir etki kılarak, günümüzde giderek artan sayıda Orta Doğu ve Asya ülkesinde politik yaşamı kontrol altına aldığı gözönünde tutulduğunda, Lyotard’ın bu konudaki yargısının geçerliliğine meydan okuyor görünür. 11 Eylül’den sonra, postmodemizmin dünyamızdaki köktenci akımlarla açık bir çelişki oluşturduğunu varsaymalıyız (bu eşitliğe pazar köktenciliğini de dâhil edebiliriz).

Lyotard, postmodemizm ve modemizmin zamanda sonsuz bir ardışıklık içinde birbirlerini izlemeye devam ettikleri döngüsel bir kültür tarihi görüşünü benimser. Böylece, geçmişte postmodernizmler vardı (Lyotard’a göre, postmodern olarak nitelenen Rabelais ya da Laurence Sterne gibi figürler) ve hem modemizmler hem de postmodernizmler gelecekte yine varolacaklardır. Hâlihazırda (büyük anlatıların yeniden yapılanması gibi) farklı kültürel düşüncelerin varlıklarını hissettirdikleri post-postmodernist bir dünyada olduğumuzu öne sürmek pekâlâ olanaklıdır. Şüphecilik, felsefe tarihi boyunca moda olma ve gözden düşme eğilimindedir ve belirli felsefi konumların zayıflıklarına dikkat çekerek, güncel döngünün, şüpheciliğin olağan amacına hizmet etmesi ve daha az olumsuz yönelimli bir felsefi programın yakın gelecekte onun yerini alabilmesi oldukça muhtemeldir. Bu alanı gözleyin: ama entelektüel otoriterizme bir geri sürüklenişe karşı da uyanık olun.

STUART SIM

Yorumlar