XXI. YÜZYILIN AVRUPASI’NI YARATMAK





Özgür, bağımsız, egemen, dışsal zorunluluklardan uzak düşünceler; işte Avrupa düşünce serüveninin bize öğrettiği şey budur. İdeolojik alandaki bunalımlar her zaman ekonomik ve politik krizlerden kaynaklanmaz. Düşünceler belli bir üstyapıya indirgenemez olan şaşırtıcı bir güce sahiptirler ve zihinsel altüst oluşlar, her türlü politik taşkınlığın öncesinde ve ötesinde, yenidünyaların habercisidirler.
Avrupa’ya özgü düşüncelerin böylesi tanrısal bir gücü vardır. Aydınlanma felsefesi veya Romantizm toplumlara hâkim olan ve onları etkin bir biçimde yöneten ilkeleri gözler önüne serer. Avrupa nedir? Düşüncelerin sürdüğü yaşamdan başka bir şey değildir. Avrupa -ki bu yaşam olmasa Avrupa da olmaz.
Bu açıdan bakıldığında, Avrupa spesifik bir kültürel birlik oluşturuyor diyebilir miyiz? Kuşkusuz, belli bir açıdan, Avrupa ortak bir kaderi temsil eder; daha önce gördüğümüz gibi, söz konusu birlik Ortaçağ’da, özellikle kilise papazları ve onların ortak dili olan Latince sayesinde oluşmaya başlamıştır. Yüzyıllar boyunca, bu birlik hali devam edecektir. Avrupa kültürü barok düşünce üzerinden (XVII. yüzyıl) ve aynı zamanda Paris’ten Berlin’e kadar ve onun da ötesinde etkinlik gösteren bir bilimsel düşünce aracılığıyla evrensellik eğilimini ortaya koyar; elbette ki sınırsız akılcı hedeflerine katkı sağlayan felsefeyi de unutmamak gerekir (Husserl).
Yahudi Doğu dünyasında ve filozofların Atina’sında doğan Avrupa evrensel bir misyonu olan kültürel bir kişilik gibi görünür: Bu evrensel geçerliliği olan bir birliktir ve sözgelimi, Avusturya ile İtalya’ nın -İtalyanca yazılan kitabıyla- ve Prag kültürünün -ilk temsil edildiği yer- buluşma noktasında yer alan Mozart’ın Don Giovannisi buna işaret eder. Burada, Avrupa’ya ait ve evrensel nitelikte bir ifade biçimi olan Mozart’ın müziği yüzyıllar boyunca oluşum halinde olan Avrupa’nın ortak kaderini dile getirir.
Bununla birlikte, Düşünceler Avrupası hâlâ bir oluşum ve dönüşüm sahası, kimi zaman zikzaklı bir hareketler bütünü, bir tasarılar toplamıdır (sarsıntılar ve şoklarla birlikte, kaotik unsurlarla birlikte); kısacası bütünsel ama tamamlanmamış bir formdur. Çok uzun bir süre boyunca Avrupa sahnesinde yaşanan Doğa ile Aşkınlık arasındaki mücadele kesinlikle bitmiş görünmüyor. Bir yandan kimileri Aydınlanma ruhunu yüceltip geri gelmesini beklerken, Helenik phu sis düşüncesi çağdaş antropolojiye kılavuzluk ederken, diğer yandan, Papalık bildirileri kimi zaman iki bin yıllık savaşı yeniden başlatıyor ve bilimsel yöntemleri Kutsallar adına mahkûm ediyor: Düşünceler savaşı bitmiş değildir.
Avrupa’nın mutlak birliği hiç kuşkusuz yeni düşüncelere ihtiyaç duymaktadır. XX. yüzyıl Rönesans’ın Ortaçağ sonlarında oynadığı rolün aynısını oynuyor: Bir dünya yok olurken, başka bir dünya oluşum halindedir. Fakat, Modern Zamanlara yön veren kavramsal şemalar (Yahudi-Hıristiyan gelenek, Yunan natüralizmi) artık yetersiz ve uygunsuz gibi görünmektedir. Yeni bir kültür yaratmak için yeni tohumlar ekmek gerekir. Modernite XVI. ve XVII. yüzyıllarda, geçmişin Tanrısını, Aşkınlığı ve metafizik değerleri kademeli olarak gündemden düşüren bilimsel aklın ortaya çıkışıyla birlikte başladı. Üçüncü binyıl hangi tanrıları ya da hangi temelleri yaratacak? Yüzyıl sona ererken, her şey yeniden keşfedilecektir.
XIX. yüzyılın başında, dünyanın kaderini tarihte somutlaşan Tin’ in yürüyüşü olarak, bütün bir tarihsel doku üzerinden Aklı yansıtan bir fenomenoloji olarak gören Hegel bizleri tinsel bir dinamik düşüncesine ulaştırır. Hegel teolojisi artık inandırıcılığını yitirse de, düşüncelerin ilerleyişi temasını (canlı olduğu kadar özdeksel) korumak gerekmez mi? Düşünceler şeylerin yaşamıdır; yüzyıllar içerisinde, iki farklı dünya tasavvuru arasında diyalektik bir mücadeleyle karşı karşıya kalan tinsel Avrupa krallığında yaptığımız yolculuğun bize öğrettiği budur. Bu mücadele içerisinde ulaştığımız noktada, insana ve evrene dair bu tasavvurlar kendi sınırlarını keşfetmiş ve kesin bir zafere ulaşmanın imkânsızlığını görmüştür. Bizleri yeni bir dünya tasavvuruyla buluşturarak bu sonuçsuz kavgadan çıkmak, bu anlamsız savaşı aşmak XXI. yüzyılın eseri olacaktır. İnsan, yeni Vaat Edilmiş Topraklara ulaşmak için kendisini aşmak zorunda mı kalacak?
Minerva’nın baykuşu yalnızca alacakaranlık başladığında uçar. Güneşin batışının ardından doğan belirsiz ışıklar içinde, belki de bilginin ve tinin gece kuşu yeniden havalanacaktır. Felsefenin yolunun Avrupa düşüncesine bağlı olduğunu biliyoruz. XXI. yüzyılda da benzer bir oluşum ve hazırlanma süreci yaşanmayacak mı? Yeni felsefeyi, Rousseau, Nietzsche, Husserl ve geleceğin düşünürleri aracılığıyla sonunda gerçekliğe dönüşen Avrupa’yı içine alan bir oluşum...
İnsan: Tarih, insan, hümanizm, insanlık, birey, kişi, özne
Dünyaya atılmış olan ve doğanın rekabetiyle karşı karşıya kalan insan şeyleri anlamaya ve aynı zamanda onlara hâkim olmaya yarayacak birçok düşünce yaratmıştır; Francis Bacon ’un formülüyle: “Yapabilmek için bilmek. ”
Tarih
Karmaşık ve çok anlamlı bir düşünce. İnsan toplumlarının geçmişiyle ilgili anlatı olarak tarih, Yunan Antikitesi’nde doğmuş olsa da (Herodot, Tukididis), toplumsal dönüşüm ve belli bir anlamı olan bir seyir hali, bir önce ve sonra veya zamansal bir yönelim olarak tarih Hıristiyanlığa özgü bir düşünce gibi görünür. Hristiyanlıkta oluşum Yunanlar ’da olduğu gibi döngüsel olmaktan çıkar. Aziz Agustus’un Tanrı Kenti’nde (413-427) kozmos döngüsünün yerini belli bir başlangıcı -yaratılış- ve bir sonu -Nihai Kurtuluş, Diriliş- olan doğrusal bir tarih alır. XIX. yüzyıl düşüncenin zirvesine tarih düşüncesini koyar (Hegel, Marx, Comte); fakat bu düşünce XX. yüzyılda, İnsanlığın yönlendirilmiş ve yarı-dinsel dönüşümü şeklindeki önemini yitirir. Ancak bu durum tarihsellik düşüncesini hiçbir şekilde gölgede bırakmaz.
insan
İnsan doğal bir tür değil, tarihsel bir düşüncedir. Sofist Protagoras’la birlikte (İÖ 480-411) insan düşüncesi düşünme eyleminin merkezinde yer almaya başlar. “İnsan her şeyin ölçüsüdür; varolan şeylerin varoluşlarının, varolmayan şeylerin varolmayışlarının ölçüsüdür” (Protagoras). Burada insanın ve insan düşüncesinin önceliği kendini gösterir. Yahudi-Hıristiyan geleneğinde, insan düşüncenin zirvesinde değildir, fakat bununla birlikte başat bir rol oynar: İnsan, hükmetmesi için ona dünyayı veren Tanrı’nın suretinde yaratılmamış mıdır? İnsan düşüncesinin uzun bir yaşam serüveni olacaktır; Rönesans’ta, klasik dönemde ve XIX. yüzyılda, insan türünün niteliklerini ve karakteristiklerini temsil eden jenerik bir varlık kavramı olarak gelişecektir. XX. yüzyılda, Varlığın merkezinde bir Varlık boşluğuna dönü¬şen insan (Sartre) jenerik bir varlık olma niteliğini kaybeder. Foucault’ya bakılacak olursa, insan düşüncesi (ki ona göre XVIII. yüzyılın sonlarında ve XIX. yüzyılda doğmuştur) sonunun yakın olduğunu söyleyebileceğimiz bir buluştur.
Hümanizm
Hümanizm düşüncesi insan kavramıyla birlikte şekillenen bir bütün oluşturur. Hümanizm: İnsanı değerlerin kaynağı ve kökeni olarak gören her türlü anlayış. Bu açıdan bakıldığında, hümanizm öncelikle antik bir kavramdır (Protagoras); daha sonra, İnsana duyulan inancın filozofları, sanatçıları, şairleri ve Guillaume Bude gibi bilgeleri bir araya getirdiği Rönesans döneminde dönüşüme uğrar. Böylelikle, bütün Avrupa’ya yayılan bir düşünce olarak karşımıza çıkar; bu düşünce hümanizmin temellerinin krizle karşı karşıya kaldığı XX. yüzyılın ikinci yarısı boyunca belli bir açıdan düşüş yaşar. Bu durumda, Avrupa kültürünün çok özgün bir yaratımı olan Hümanizm düşüncesi (göreceli) bir değer kaybına maruz kalır, fakat öte yandan yeni biçimler almaya başladığı görülür.
İnsanlık
İnsanlık kavramı Yunanlar’da düşünebilme yetisi itibariyle tanrısallığın bir parçası olan bir tür olarak ortaya çıkar ve Hıristiyanlık’la birlikte görünüm değiştirir. Bu anda insanlık özgün ve tarihsel bir bütünü ifade eder: İnsanları ve toplumları kucaklayan tek bir yaşam; ortak bir doğaüstü kaderi yaşamaya çağrılan tüm zamanlara ait insanların, bütün kuşakların oluşturduğu bir yaşam. Aziz Jeröme: “İnsanlık denildiğinde ben bütün insanları anlıyorum.” Tanrı tarafından yaratılmış bir topluluk: İşte Hıristiyanlığın inşa ettiği düşünce [insanlık düşüncesi] budur. XIX. yüzyılda İnsanlık düşüncesi doruk noktasına ulaşacaktır (Hegel). İnsanlığın oluşumu ve dönüşümü Tarih düşüncesiyle birleşir (bkz. tarih maddesi).
Birey
İnsan düşüncesi birey, bireycilik ve özne düşünceleriyle birleşir. Toplumlar, topluluğun önem kazandığı “holist” bir yapıdan nasıl bireyci bir yapıya geçer? Burada asıl belirleyici dönem, yine kurucu olarak kendini gösteren (Aziz Pavlus) Hıristiyanlığın ortaya çıkışına ve özellikle de XVI. yüzyıldaki büyük dinsel altüst oluşlara rastlar. Diğer insanlardan ayrı ve indirgenemez bir varlık olarak birey düşüncesi de yine Hıristiyan kaynaklı bir düşüncedir. Hıristiyanlık tekillik düşüncesinin kurucusudur. Çağdaş dönemde ve özellikle 1980’li yıllardan itibaren, “birey” ve bireyciliğe geri dönüş yaşanır.
Kişi
İnsanın Kişi olması da Hıristiyanlığın bir getirisidir. İsa ile birlikte metafizik kişi doğar. Kuşkusuz, hukuki anlamda, hukuk konusu olabilecek kişi kavramı Latinler’de ortaya çıkmıştır, fakat sorumluluk sahibi ahlâkî özne olarak kişi düşüncesi uzun bir tarihsel sürecin ürünüdür. Hıristiyanlığın başlangıcından XVIII. yüzyıla kadar (Kant) ve XX. yüzyılda (Mounier, vs.) kişi düşüncesinin izlediği güzergâhı takip edebiliriz. Hümanizm ve kişicilik tipik olarak Avrupa’ya özgü kavramlardır.
Özne
Özne düşüncesi -İnsanî değer, kişisel töz olarak- Sokrates’le birlikte doğmuştur kuşkusuz; fakat insanın tinsel boyutunu ortaya çıkararak öznede devrim yapan Hıristiyanlıkla birlikte gelişip olgunlaşmıştır. Cogito (Descartes) ve numenal ben (Kant) gibi kavramlar Batıya özgü bu düşüncenin niteliğini belirler; Doğu dünyasında, özne bir yanılsama veya aldatmaca olarak görülür. Özne, Ben bizim yani Batı’nın düşünce dünyasını şekillendirir. XX. yüzyılda, Husserl’le birlikte felsefe öznenin bilimi haline gelir ve Avrupa’daki kültür ve bilim krizini aşmaya yöneliktir.
Bilgi: Kaos, Düzensizlik, Oluşum, Diyalektik, Sonsuz, Metot, Doğa, İlerleme, Düzen, Akıl, Bilim
Burada bilgi dediğimiz şey bilimden ayrılır ve şu veya bu ölçüde sistematikleşmiş bilgiler bütününü ifade eder.
Kaos
Kaos dünyayı yaratır: Yunan mitlerinin, Sokrates öncesi felsefe akımlarının ve bütün Ortadoğu uygarlıklarının (Yahudilik dışında) bizlere öğrettiği şey budur. Uzun süre boyunca düşünce dünyasından uzak tutulan kaos düşüncesi bugün spesifik disiplinlerde varolan bir belirsizlik biçimini ifade eder: Düzen ile düzensizlik (kaynaşma) arasındaki belirsizlik.
Düzensizlik
Uzun süre devre-dışı bırakılan veya önemsiz olarak görülen düzensizlik düşüncesi XXI. yüzyılın ufkunda yeniden doğmaktadır; yaratıcı ve düzenleyici nitelikleri itibariyle farklı düzensizlikleri ve belirsizlikleri ifade etmektedir.
Değişim
Dinamizm bir farklılaşmalar serisi olan değişimi ifade eder: Düşün¬celerin ve bilginin serüveni temel nitelikteki bu Değişim temasından beslenir. İÖ VI. yüzyıldan itibaren Çin düşüncesinde varolan değişim düşüncesi -zira tao düzeni ve aynı zamanda şeylerin spontane hareketini ifade eder- Efesli Heraklitos tarafından dile getirilir: “Aynı ırmakta iki kez yıkanamazsın; çünkü her seferinde üzerinden yeni sular akar.” Her şey akıp gider (panta rei). Değişim düşüncesine karşı olarak, Parmenides ve Platon kendi öğretilerini geliştirirler. Modern bilimin ilerlemeleriyle birlikte, XVII. yüzyıldan XIX. yüzyıla kadar, tarih ve biyoloji bilimiyle birlikte, değişim düşüncesi giderek daha fazla önem kazanır ve XIX. yüzyılda Hegel’in sistemi içerisinde doruk noktasına ulaşır; bu düşünce çağdaş düşüncede de yerini korumaktadır.
Diyalektik
Bilgi ve yöntem, farklı anlamlar taşıyan diyalektik düşüncesini içerirler. Helen uygarlığında doğan ve Platon tarafından net bir biçimde ruhun Özlere ulaşma süreci olarak tanımlanan diyalektik XIX. yüzyılda modern anlamım kazanır. Bu dönemde diyalektik birbirini aşan çelişkiler üzerinden aklın yürüyüşünü (Hegel) ve aynı zamanda genel hareket kanunları bilimini ifade eder (Marx ve Engels). XX. yüzyılda fenomenlerin dinamizmine bağlı bir düşünce haline gelen diyalektik düşüncesi (Bachelard) dogmatik formu üzerinden, skolastik öğreti olarak gerilemeye başlar.
Sonsuz
Sonsuz düşüncesi, sınırları olmayan şey düşüncesi felsefi açıdan birçok zorluk ortaya çıkarır: Yunan düşüncesi çoğunlukla sonsuzluk kavramını pejoratif olarak algılar ve bunu ubris yani ölçüsüzlük kavramına bağlar. Matematik bilimlerinin ve özellikle Hıristiyanlığın etkisiyle bu bakış açısı altüst olur. Hıristiyanlık’taki tanrısal sonsuzluk kavramı bu düşünceyi dönüşüme uğratır. XIX. yüzyılda Hegel, kavramların (şeylerin) giderek daha geniş bütünlükler içerisinde yer alması şeklinde bir akılcı sonsuzluk düşüncesi geliştirir; öte yandan matematikçi Cantor (1845-1918) sonsuzla ilgili net bir tanım ortaya koyar. Sonsuz düşüncesi matematik ve fizik bilimleri için zorunlu mudur? Bu, XX. yüzyıl boyunca durmaksızın tekrarlanan bir sorudur.
Metot
Metot düşüncesi olmadan hiçbir düşünce, hiçbir bilim olmaz (Yunanca odos, yol; ve meta -e doğru). Bu XVII. yüzyıla ve özellikle Descartes felsefesine bağlı bir düşündedir. Bunda şaşırtıcı bir şey yoktur, zira bilim metotla, yani gerçek bilgiye ulaşmak için gerekli kurallar bütünüyle birleşir. XIX. yüzyılda, deneysel ve bilimsel metot düşünceleri, spesifik olaylardan bilimsel yasalar çıkarmaya olanak veren akılcı süreçler olarak net bir biçimde ortaya çıkar. Bilim ve akıl düşünceleri gibi, metot düşüncesi de XX. yüzyılda düşünce krizinden etkilenir. Metot düşüncesi karmaşık kavramlarla birleştiğinde (günümüzde olan budur), yeni bir düzen ve düzensizlik diyalektiğiyle birleşir. Metot düzensizlik düşüncesini özümlemek, sapmaları ve belirsizlikleri aşmak durumundadır.
Doğa
Bütün Yunan-Latin düşüncesi, Sokrates öncesi filozoflardan Aristo¬teles ve Stoacılara kadar, doğa düşüncesinde birleşir (Yunanca phusis). Kendi kendine devinen değişmez güç olan doğa (Diyojen Laerce) insanın eklemlendiği alanı temsil eder. Stoacılar için amaç öncelikle doğaya uymak değil midir? Hıristiyanlık modern doğa kavramının gelişmesine katkıda bulunur; doğa hiçlikten yaratılmıştır ve kutsal bir niteliği yoktur. İnsanın amacı doğaya hâkim olmaktır (Descartes). Çağdaş dönemde, çeşitli biçimler altında, Yunanlar’daki phusis'le yeniden karşılaşırız.
Düzen
Düzen düşüncesi insan zihninin ürettiği temel düşüncelerden biridir. Yunan Antikitesi’nde (Platon, vs.) genel olarak -zira Herakleitos kaos düşüncesini öne çıkarır- gerçekliğe içkin olan düzen düşüncesi, şeylerde içsel olarak bulunan akılcı düzenleme düşüncesi hâkimdir. Klasik düşünce (XVII. yüzyıl) Descartes’la birlikte metodik düzeni öne çıkarır: Basitten karmaşığa düzenli geçiş. XX. yüzyıla gelince, düzen düşüncesi önemsizleşir, düzensizlik ve kaos düşünceleri yeniden önem kazanır.
ilerleme
İlerleme kavramı bütün Batı düşüncesine damgasını vurmuştur. Hıristiyanlık zaman olgusuna önce ve sonra kavramlarını ekler; dolayısıyla ileriye doğru yürüme olanağını ileri sürer. XVIII. yüzyılda, bilimsel keşiflerle sağlamlaşan ilerleme düşüncesi önemli bir güç kazanır. Vico ve Condorcet (İnsan Zihninin İlerlemelerine Dair Tablo Çalışması adlı eserinde, 1793) bu düşünceyi geliştirirler. XIX. yüzyılda, çoğunlukla mutlak bir şey olarak görülen ilerleme kavramı genellikle tarih felsefesinden ayrılmaz görünür (Hegel). XX. yüzyılda bu düşünce göreceli ve problematik hale gelir: Bilim, akıl ve benzeri düşünceler gibi ilerleme düşüncesi de krizle karşı karşıya kalır.
Akıl
Bilgi Batı uygarlığının temel bileşenlerinden birini içerir: Akıl; bu düşünce gerçek anlamda Yunanlar tarafından keşfedilmiş değildir - zira her toplum belli bir akılcılık yaratımı gerektirir- fakat bununla birlikte, akıl düşüncesi Yunanlar ‘da önemli bir gelişim gösterir. İÖ V. yüzyılda Yunanlar, kavramları ve önermeleri bileştirme yetisi, pratik amaçlardan ayrı ve bağımsız bir doğru düşünme işlevi olarak Akıl kavramını keşfederler: Teorik aktivite, logos olarak (söylem). Antik dönemde Akıl pratik bilgelikten ayrılmaz olsa da, bilgelik yalnızca düşüncelerin karşılaşması üzerinden bir anlam kazanır. XVII. yüzyılda, Akıl düşüncesi Descartes’ta doğruyu yanlıştan ayırma yetisi haline gelir ve metottan ayrılmaz; daha sonra, XVIII. yüzyılda eleştirel (inanç, din, vs. eleştirisi) ve yapıcı bir güce dönüşür. Ardından “Aydınlanma” çağı, insanlığı mutluluğa götüren akıl çağı gelir. Klasik aklın sınırlarını aşan Hegel diyalektik bir akıl inşa eder. XX. yüzyıla gelindiğindeyse, akıl göreceli hale gelir, eski önemini yitirir ve tapınılan bir şey olmaktan çıkar.
Bilim
Akıl düşüncesi çoğunlukla bilim düşüncesinden ayrılmaz: Uzun süre boyunca, Yunan-Latin Antikitesi’nden XIX. yüzyılın başlarına kadar, bilimsel düşünce fikirden bağımsız (Platon, Aristoteles) evrensel bir bilgiyi ve aynı zamanda mutlak Tinin kavramsal olarak algılanışını ifade eder (Hegel). Bu konudaki anlam değişikliği gerçek anlamda ancak XIX. yüzyılda gerçekleşecektir; bu dönemde bilim düşüncesi olgular arasındaki yasaları ortaya koyan bilgiler bütününü ifade eder. Bu anlam değişikliği geç dönemde gerçekleşmiş olsa da, bilim düşüncesi çok daha önce oluşmuştur: XVII. yüzyılda, Galileo ve Descartes’la birlikte. Temel itibariyle Avrupa’ya özgü ve evrenselin arayışında olan bilim düşüncesi, modern dönemde, evrensel aklın maruz kaldığı krizlere benzer önemli krizlerle karşı karşıya kalmıştır. Bugün, bilim ve akıl yeniden düşünülmekte, göreceli hale gelmekte, eleştirilmekte ve yeni ufuklara açılmaktadır.
Mutluluk, Saygınlık, Eşitlik, Ahlak, Adalet
İnsan nasıl davranmalı? Bunun için davranış kuralları ve değerler analizi gerekir. Burada Yunan düşüncesi çoğunlukla kurucu niteliktedir; insanın eylemine bir temel sağlayan birleştirici ilkeleri ve düşünceleri ortaya koyar.
Mutluluk
Ahlâkî düşüncelerin zirvesini oluşturan mutluluk bir yandan özgür bir biçimde dışarıya açılmayı ve diğer yandan, arzuların bastırılmasıyla ulaşılan bir durumu ifade eder (Nirvana). İÖ VI. ve V. yüzyıllarda, Buda kendi düşüncesini taçlandıran, insanın yaşamsal arzularının bastırılmasını ifade eden düşünceyi aydınlatır. Buna karşılık, Yunan-Latin Antikitesi kusursuz bir etkinlik (Aristoteles), Sonsuz İyi ve akla uygun bir tamamlanma düşüncesini öne çıkarır. Fakat bunlar, eylemin akılcılığıyla kazanılmış mutluluk şeklindeki Yunan düşüncesini dışarıda bırakan Hıristiyanlığın elediği temalardır: Mutluluk bu dünyada değildir. XVIII. yüzyılla ve Fransız Devrimcilerle birlikte, mutluluk ortak ve politik bir düşünce olarak kendini gösterir: “Mutluluk Avrupa’da yeni bir düşüncedir” (Saint-Just). Son olarak, günümüzde mutluluk -uzun bir karamsarlık döneminden sonra- felsefi alana bir geri dönüş yapar. Mutluluk düşüncesi, bireye yönelmek üzere, sınırsız kolektif ilerleme düşüncesinden ayrılır.
Saygınlık
Saygınlık düşüncesi, kendi içinde bir amaç olarak düşünülen insanın karakterini ifade eder. Adalet kavramına bağlanan saygınlık Hıristiyanlığın bir ürünüdür, zira bütün insanlar Tanrı’nın çocuklarıdır ve dolayısıyla kendi içlerinde belli bir amacı temsil ederler. Kant felsefesi bu düşünceyi teorikleştirecektir.
Eşitlik
Bütün insanların özdeş bir biçimde temsil edildiğini ileri süren ilkedir. Hıristiyanlıkta her insan Tanrı’nın çocuğudur. İnsanların eşitliği bir Hıristiyan düşüncesidir (bkz. adalet maddesi).
Ahlâk
Yunanca ethos'tan (davranış, yaşam biçimi, davranış kuralı) gelen ahlâk düşüncesi Sokrates, Aristoteles ve diğer Helen filozoflarıyla birlikte Yunan felsefesini taçlandırır; özellikle Epiküros ve Stoacılar’ da bilgeliğin yolunu ifade eder (arzu ve tutku gibi sorunların yokluğu). Ortaçağ’ın sonunda, Yunan filozoflarının (Aristoteles) yeniden keşfedilmesiyle birlikte, ahlâk sözcüğü ve XVIII. yüzyılda Kant tarafından “özgürlük bilimi” olarak tanımlanan ahlâk düşüncesi yeniden önem kazanır. XX. yüzyılın sonunda, herkes tarafından önemsenen ahlâk konusu düşünce dünyasına etkili bir geri dönüş yapar.
Adalet
Adalet düşüncesi olmadan ahlâk olmaz, zira adalet hem ahlâkî (“adalet-ödev”, insanların haklarına saygı duymamızı sağlayan erdem) hem de politik bir kavramdır (“adalet-kurum”). Yunan düşüncesi burada da kurucudur ve Platon, Aristoteles’ten önce konuyu bütün kapsamıyla ele alan ilk kişi olmuştur; fakat adaletin eşitlik olduğunu ilk öğreten Hıristiyanlık’tır. Bütün insanlar İsa’nın kardeşleridir, o halde eşitlik ilkesi güçlü bir biçimde kendini ifade edebilir. Böylelikle, başlangıçta karmaşık bir nitelik arz eden eşitlik ve adalet düşünceleri Antikite’den günümüze kadar gelen süreçte netlik ve açıklık kazanır; Hıristiyanlık önemli bir ahlâkî devrim gerçekleştirir. Kant ve XVIII. yüzyıl üzerinden bu güzergâhı izlemek gerekir: Kant, kişinin mutlak değeri düşüncesiyle birlikte adalet düşüncesinin temelini hazırlar. XIX. yüzyıl (Proudhon) bu düşünceyi -insan saygınlığına saygı olarak- net bir biçimde tanımlar; Marx’la birlikte, adalet düşüncesi artık egemen bir Öz olarak görülmez ve toplumsal ve ekonomik ilişkilerin üstyapısı haline gelir. Çağdaş dönemde (Rawls) Kantçı bir eşitlik anlayışıyla birlikte Kant’a geri dönüş olur.
Politik Düşünceler: Demokrasi, Hukuk, Devlet, Özgürlük, Yasa, Politika
Klasik Yunan birçok politik düşüncenin tarihsel ve teorik kaynağıdır.
Demokrasi
Politika ve yasa (kimi zaman) Demokrasi düşüncesini içerir; DemosJ un yani halkın yönetimi. Burada da Klasik Yunan kurucu temeli oluşturur. Demokrasi Yunan dünyasında, iktidarın kaynağını halktan aldığı Atina'da doğar, zira Ecclesia, Halk Meclisi (hukuken) bütün yurttaşları bir araya getirir. Modern Demokrasi düşüncesine gelince, Rousseau’nun Toplumsal Sözleşme’sinin ve aynı zamanda, yasa önünde herkesin eşitliğini talep eden 1789 Devrimcilerinin ürünüdür. XVIII. yüzyılın dönüm noktasında, demokrasi düşüncesi önemli fakat geçici bir düşünce olarak yeniden ortaya çıkar: Prens’in iktida¬rının ve Tanrısal idarenin yerini kırılgan bir demokrasi düşüncesi alır (Lefort), zira bu düşünce koşulsuz bir temele (Kutsal) dayanmaz. Bu noktadan sonra, totaliter sapmalar ortaya çıkar ve politik-ahlâkî düşünceler düşüşe geçer, fakat bunların teorik modeli, birçok kez sarsılmalar yaşansa da, güçlü ve meşru olarak kalmaya devam eder. Sovyet bloğunun yıkılması, artık çağdaş politik felsefenin merkezini oluşturan demokrasi düşüncesini yeniden canlandırır.
Hukuk
Politika bir bütün olarak, yasa ve demokrasi üzerinden, gerçekliğe karşı olarak meşru olanı ifade eden hukuk düşüncesine gönderme yapar. Yunan Sitesi burada kültürel ve tarihsel modeli oluşturur: Dracon ve Solon’un eseri bize bu kökeni işaret eder; tıpkı İÖ VI. yüzyılda en dinamik Yunan Sitelerinin evriminin gösterdiği gibi ki bu Siteler anayasalar oluşturarak hukuk düzenini olgular düzeninin yerine geçirir. Hiç kuşkusuz, burada Roma Hukukunun yarattığı devrimi unutmamak gerekir; Romalılar hukuki kişi kavramını oluştururlar ve böylelikle hukukun kişisel karakterini inşa ederler. Cicero, Sokrates ve Platon’un ardından doğal hukuku dile getirir: Hukukun temelini belli bir uzlaşıda değil, doğada bulur. Bununla birlikte, Hıristiyan tektanrıcılığı kurucu bir rol oynar: Hıristiyanlıkla birlikte köle, bir kişi haline gelir ve böylelikle belli bir saygınlığa ve haklara kavuşur. XVIII. yüzyılda hukuk özgürlüklerin biraradalığını sağlamayı amaç edinen şeyi ifade eder. XIX. yüzyılda Marx, toplumsal ayrışmaları ve antagonizmaları yansıtarak temel olarak hukukun ideolojik işlevinin altını çizse de çağdaş dönemde hukuk yeniden eski önemine kavuşur: Hukuk düşüncesi (ve insan hakları düşüncesi) barbarlıklara ve totalitarizmlere verilmiş yegâne cevap olarak geri gelir.
Devlet
Batı’da, Ortaçağ’ın sonunda özgül nitelikleri içerisinde Devlet dü¬şüncesi ortaya çıkar. Machiavelli (1469-1527) bu kavramı modern anlamıyla, topluluk için yasalar koyup yöneten hâkim merkezî güç anlamında kullanır. XVII. yüzyılda Hobbes, Devlet ve akıl düşünceleri arasında bir ilişki kurar; bu konu XIX. yüzyılda Hegel tarafından yeniden ele alınır. XIX. yüzyılda Devlet düşüncesi, anarşist teorisyenler (Proudhon, Bakunin gibi) tarafından olduğu gibi Marx ve Engels tarafından da olumsuz olarak algılanır (“soğuk canavar”); Marx ve Engels politikanın özgül niteliğini reddederek onu ekonomik üstyapıya indirgerler. Çağdaş dönemde dogmatik Marksizmin çökmesi Devlet düşüncesinin yeniden gündeme gelmesiyle sonuçlanır.
Özgürlük
Özgürlük Yunan düşüncesinde polls' in sahip olduğu kurumlardan faydalanmayı ifade eder. XVIII. yüzyılda (Rousseau, Kant vb.) özgürlük, ahlâkî ve politik yasalara itaati ifade eder. Kısacası özgürlük yalnızca yasaya bağlı olmaya dayanır. Fakat Sartre’ın analizleri farklı bir yönde olacaktır; özgürlük bütün durumlarda deneyimlenir: Özgürlük “evet” veya “hayır” deme gücüdür.
Yasa
Ortadoğu’da yasa, tanrısal istenci ifade eder (bkz.Yahudilik). Klasik Yunan dünyasında bu kavram laikleşir ve kutsallıktan ayrı, buyurucu bir kuralı ifade eder. Dracon (İÖ VII. yüzyılın sonu) Atina’da ilk yazılı yasaları, zaman aşımına uğramayan ve polisi yani Siteyi yönet¬mek için koyulan kuralları belirler. Modern dönemde (Rousseau vb.) yasa, ortak yarara yönelik bir nesne üzerinde, genel iradenin ilânı haline gelir. Böylelikle yasa ve özgürlük düşüncelerinin birleşme süreci gerçekleşir. Hukuksalın aleyhine olarak ekonomik olanı öne çıkaran Marksistlere karşı çağdaş düşünce herkes için geçerli olan yasa kavramım yeniden gündeme getirir (Bkz. Hukuk maddesi).
Politika
Politika, Sitenin bilimini ve devletlerin yönetim teorisini ifade eder. “Politika” terimi Yunanca politeia (devlet yasası) ve devleti veya yurttaşı ilgilendiren politikos kelimelerinden gelir. Daha derin olarak bakılırsa Hellenler’deki politika düşüncesi temelini Polis'ten yani toplumun ve insanların yaşadıkları doğal ortam olarak tanımlanan özgün form şeklindeki Siteden alır. Bu bağlamda İÖ IV. yüzyılda Aristoteles insanı zoon politikon yani Sitede yaşayan hayvan olarak görür ve politika bilimini “bir devlet için kaçınılmaz olan bilimleri belirleyen” bilim olarak tanımlar (Nikomakhos’a Etik). Yunan antik Site’sinde Platon ve özellikle Aristoteles politik hayvanı yönetmeye yönelik Site bilimi olarak tanımlanan politika biliminin konumunu belirlerler.
XVI. yüzyılda batı toplumlarını altüst eden dönüşümleri takiben Yunanlar’daki politika düşüncesi değişime uğrar ve devletin özgül yapısının doğrulanmasına bağlanır: Politika ortak yaşamın oluşturucu etkinliği olarak tanımlanır. Politika artık devleti karakterize eder. Diğer bir büyük dönüşüm ise XIX. Yüzyılda, Marx ve takipçileri politikayı sınıfsal egemenlikleri (burjuvazinin proletarya üzerindeki egemenliği) şekillendiren bir üstyapıya indirgediklerinde gerçekleşir. Böylelikle ekonomi politika düşüncesinin anahtarı haline gelir; burada politikanın önemini kaybettiğini söyleyebiliriz, fakat çağdaş dönemde politika tekrar eski önemine kavuşur.
İnsan ve Güzellik: Sanat, Güzel, Güzel Sanatlar, Estetik, Zevk
Burada çeşitli denge ve uyum formlarına açık olan homo aestetikus’ un analizi öne çıkar.
Sanat
Burada iki önemli düşünce öne çıkıyor: Güzelin ifadesi olarak sanat düşüncesi (VII. yüzyıl, yakın döneme ait bir tanım) ve güzeli amaç edinen sanatlar anlamında güzel sanatlar düşüncesi (yine XVIII. yüzyıl). Sanat terimi öncelikle bir tekniği ve yapma-bilgisini, daha sonra güzellik arayışını ifade eder. XVIII. yüzyılda sanat terimi bu anlamı kazanır ve araçsal olmaktan çıkar. Çağdaş dönem sanat kavramını dönüşüme uğratır; bu dönemde sanat bütün gerçeklik alanlarına açılır; sözgelimi basit bir gürültü bir müzik olarak görülür. Sanat düşüncesi giderek çözülmeye uğrar.
Güzel
Yunan-Latin Antikitesi şu soruyu sorar: Güzel nedir? Cevap: İçinde kusursuz uyumu barındıran kusursuz iyidir. Güzel düşüncesi Avrupa’da yeni bir düşünce değildir; temel bir arketip, iyiden tam olarak ayrılmayan (en azından Yunanlar’da) bir Oz’dür (Platon). Yalnızca güzel olan iyidir, der Stoacılar. Modern dönem Kant’la birlikte artık zevk yargısına bağlanan güzel ve güzellik düşüncelerinin “öznelleşme” sürecini gerçekleştirir. Bu şu anlama gelir; güzelin özü ve evrensel norm düşüncesi bizler için geçmişte kalan şeylerdir. Dolayısıyla estetik yargılar görelilik alanına düşer.
Estetik
Estetik yani güzellik bilimi düşüncesi, XVIII. yüzyılın ortasıyla tarihlenen estetik teriminden çok daha eskidir; zira Antik Yunan’da Platon güzellik ve sanatla ilgili bir teori formüle eder. Estetik sözcüğü Baumgarten’da karşımıza çıkar. Hegel, estetiği sanat felsefesi ve güzelin teorisi olarak kurar. XX. yüzyılda kanonik tanımlar ve güzel¬lik modeli gerileme yaşadığında, estetik göreceli hale gelir veya pozitif bir form kazanır. Güzel felsefesi düşüncesi kimi zaman sanat eserlerinin bilimsel bilgisine yerini bırakır.
Zevk
Güzel ve güzellik, estetik nitelikte bir yargı belirtme yetisi olan zevk düşüncesine bağlanır. XVIII. yüzyılda özellikle Montesquieu ve Kant’ la birlikte zevk kavramı net bir biçimde estetik bir anlam kazanır: Zevk, evrensel eğilimli bir yargı sunma yetisidir. XIX. yüzyıl kimi zaman zevk kavramını göreceli hale getirir (belli bir toplumsal sınıfın ürünü); bu kavram XX. yüzyılda bir toplumsal ayrışma aracı haline gelir (Bourdieu).
Din ve İnsan: Mutlak, Tanrı, Kutsal

Başka bir dünyada yaşamaya can atan insan mutlak, Tanrı ve kutsallık kavramlarını yaratmıştır.
Mutlak
Mutlak -koşulsuz, göreceli olmayan- her dinde vardır: Yahudilik’te Yehova, Efendi biçimini alır. Fakat antik dünya görüşünü altüst eden ve yeni düşünceler ortaya koyan şey Hıristiyanlık’taki mutlaktır.
Tanrı
İnsanların tapındığı bu doğaüstü güç başlangıçta birçok örnek barındırır: Büyük çoktanrılı dinlerde (Mısır, Yunan) farklı yüzleri ve görünümleri olan birçok tanrı söz konusudur. İlk olarak Mısır çok sayıdaki tanrıyı tekleştirmeye çalışır. Tarihsel süreç bizi Tanrı’nın tekliğine götürür (Kitab-ı Mukaddes, İncil, İslâm). Hıristiyanlık’taki Tanrı düşüncesi, Kişi, yaratım, bilgelik ve kadiri-mutlak gibi kavramlar Batı’daki oluşum ve dönüşümün temelinde yer alır. XIX. yüzyılın sonunda Nietzsche Tanrı’nın ölümünü ilân eder. “Nerede Tanrı? Onu öldürdük.” Tanrı’nın ölümü insanın ölümünden ayrılmaz görünür.
Kutsal
Dindar insan kendini Kutsala verir. Kutsal, kutsal olmayana karşıt olarak, doğadaki güçlerden tamamen farklı nitelikte bir gücü ifade eder. Bu oldukça eski bir kavramdır, zira Paleolitik dönemine ait insanlar (paleolitik dönem, iki milyon yıl sürmüştür) bu konuya yabancı değildir. Kutsal düşüncesi çoktanrıcı inançlarda ve özellikle, Kutsalın en son biçimi olan tektanrıcılıkta (Kitab-ı Mukaddes, İncil, Kuran) giderek vurgu kazanır. Gelişmiş Batı toplumlarında, bilimin etkisi kimi zaman kutsal düşüncesinin gerilemesine neden olmuştur; fakat bu düşünce günümüzde yeniden etkin hale gelmektedir.

KAYNAK: DOĞUBATI DERGİSİ

Yorumlar