Plant stress physiology
**
HEM DOĞAL, HEM DE
TARIMSAL KOŞULLAR ALTINDA, bitkiler sıklıkla çevresel streslere maruz kalır.
Hava sıcaklığı gibi bazı çevresel etmenler yalnızca birkaç dakikalığına stres
oluştururken; topraktaki su içeriği gibi diğer stresler günlerce sürebilir.
Topraktaki mineral eksikliği ise aylarca stres oluşturabilir. Optimumun
altındaki iklim ve toprak koşulların oluşturduğu stres nedeniyle, Amerika
Birleşik Devletlerinde kültür bitkilerinin verimlilikleri kalıtsal potansiyellerinin
ancak %22'sine ulaşabilmektedir.
Bunun dışında stres,
toprak ve iklimin bitki türlerinin dağılışını nasıl sınırlandırdığının
anlaşılmasını sağlar. Bu nedenle, stresin oluşturduğu zarar bitkilerin çevresel
streslere adaptasyonu ve alışma mekanizmalarının altında yatan fizyolojik
işlemlerin anlaşılması hem tarım hem de çevre açısından büyük önem taşır.
Bitki stresi teriminin
kullanılmasında yeterli özen gösterilmediği ve strese ilişkin terminoloji
karmaşık olduğundan, tartışmamıza bazı tanımlar yaparak başlayacağız. Stres
çoğunlukla, bitkinin üzerinde olumsuz etki oluşturan dışsal bir etmen olarak
tanımlanmaktadır. Her ne kadar yabani otlar, patojenler ve böcekler de stres
oluşturuyorlarsa da, bu bölümde bitkiler üzerinde stres oluşturan çevresel ve
abiyotik etmenler üzerinde durulacaktır. Stres genellikle bitkinin
yaşayabilirlik, verimlilik, büyüme (biyolojik kütle birikimi) ya da primer
özümleme işlemleri (C02 ve mineral alınımı) dayanılarak ölçülmektedir. Bu
parametrelerin tümü bitkinin büyümesi ile ilişkilidir.
Stres kavramı strese
tolerans ile yakından ilişkilidir. Stres toleransı bitkinin uygunsuz ortam
koşulları ile başa çıkma potansiyelidir. Stres toleransı daha fazla tercih
edilmekle birlikte, literatürde bu terimin yerine sıklıkla strese direnç terimi
kullanılmaktadır. Bir bitki üzerinde stres oluşturan bir ortam diğeri için
stres oluşturamayabilir. Örneğin, bezelye (Pistim sativum) ve soyafasulyesi
(Glycine max) en iyi büyümeyi sırasıyla 20°C ve 30°C'lik sıcaklıklarda
gösterirler. Sıcaklık arttıkça, ısı stresinin etkileri bezelyede soya
fasulyesinden önce ortaya çıkar. Yani, soya fasulyesinin ısı stresine toleransı
daha yüksektir.
Bir bitkinin bir strese
önceden maruz kalması sonucu toleransı artmış ise, bitkinin alışmış olduğu
ifade edilir (ya da direncinin artmış olduğu). Alıştırma, adaptasyondan
farklıdır. Adaptasyon genellikle pek çok nesil boyunca seçilim sonucu
kazanılan, genetiksel olarak belirlenmiş direncin düzeyini belirtir. Maalesef,
literatürde bazen adaptasyon terimi alışma yerine kullanılmaktadır. Diğer
yandan, daha sonra göreceğimiz gibi, gen ifadesinin alışmada önemli bir rol
oynaması kavram karmaşasını arttırmaktadır.
Çevresel streslere
adaptasyon ve alışma, morfolojik, anatomik, hücresel, biyokimyasal ve
moleküler düzeyde olmak üzere, tüm organizasyon düzeylerinde ortaya çıkan,
birbirine bağlı olaylar sonucu oluşur. Örneğin, su kıtlığına yanıt olarak
yaprakların solması, hem yapraktan su kaybını hem de gelen ışığı azaltır.
Böylece yapraklar üzerinde ısı stresinin etkisi azalır.
Hücre döngüsü ve
bölünmesi, iç zar sistemi ve vakuol oluşumu ve de hücre çeperi yapısındaki
değişimler, strese karşı hücre düzeyinde verilen yanıtlarıdır. Bunların tümü
hücrenin strese karşı toleransını arttırır. Bitkiler çevresel streslere biyokimyasal
düzeyde karşı koymak için metabolizmalarında çeşitli değişikliğe giderler. Bu
değişimler, prolin ve glisinbetain gibi ozmotik düzenleyicileri kapsar. Son
yıllarda, gen düzeyinde verilen yanıtları bir stres sinyalinin algılanması ile
birleştiren moleküler olaylar yoğun olarak çalışılmaktadır.
Bu bölümde bu ilkelerin
yanı sıra, bitkilerin su kıtlığı, tuzluluk, düşük sıcaklık ve donma, ısı ve kök
rizosferindeki oksijen kıtlığına adaptasyon ve alışma yollarını
inceleyeceğiz. Bu stres faktörlerinden
her birini ayrı ayrı incelemek kolay olmasına karşın, bunların çoğu
birbirleriyle ilişkilidir. Alışma ve adaptasyon ile ilgili pek çok işlem
sırasında hücre, biyokimya ve moleküler düzeyde pek çok ortak yanıt verilir.
Örneğin su kıtlığı
çoğunlukla, kök biyosferinde tuzluluk, yapraklarda ise ısı stresi
(transpirasyonun düşmesi nedeniyle evaporasyona bağlı soğumanın azalmasından
oluşan) ile ilişkilidir. Düşük sıcaklık ve donma suyun aktivitesinde azalma ve
ozmotik strese neden olur. Ayrıca bitkilerin sıklıkla birden fazla strese
tolerans göstereceğini de göreceğiz-yani, bir strese gösterilen tolerans diğer
bir strese alışma sonucunda uyarılmaktadır. Bu davranış, birden fazla strese
karşı gösterilen direnç mekanizmasının, ortak pek çok yönünün olduğunu
göstermektedir.
SU KITLIĞI VE KURAKLIĞA DİRENÇ
Bu bölümde kuraklığa
direnç mekanizmalarını inceleyeceğiz. Bu mekanizmalar birkaç tipe
ayrılmaktadır. İlk olarak kurumanın ertelenmesi (dokudaki suyu koruyabilme
yeteneği) ve kurumaya karşı tolerans (su kaybı sırasında işlevin yerine
getirebilmesi yeteneği) incelenecektir. Bu ikisi bazen sırasıyla, yüksek ve
düşük su potansiyellerinde kuraklık toleransı olarak ifade edilmektedir. Eski
literatürde sıklıkla kuraklığın savuşturulması (kuraklık toleransı yerine)
terimi kullanılmıştır; ancak bu terim yanlıştır, çünkü kuraklık, onun
etkisinde yaşamını sürdüren tüm bitkilerin tolere edebildikleri ve hiçbirinin
savuşturamadığı bir meteorolojik koşuldur. Üçüncü bir mekanizma kuraklıktan
kaçıştır. Bu mekanizma kuraklık oluşmadan önce, yağmurlu mevsim sırasında yaşam
döngüsünün tamamlanmasını kapsar.
Kurumayı erteleyenler;
suyu harcamayanlar ve suyu harcayanlar olmak üzere ikiye ayrılır. Suyu
harcamayanlar onu koruyarak kullanır. Bu bitkiler yaşamlarının sonraki dönemlerinde
kullanmak üzere suyun bir bölümünü toprakta korurlar. Suyu harcayanlar ise
aşırı miktarda su kullanırlar. Meskit ağacı (Prosopis sp) su harcayanlara bir
örnek oluşturur. Kökü çok derinlere ulaşabilen bu bitki Amerika Birleşik
Devletleri'nin güney batısındaki yarı kurak otlakları tahrip etmiştir. Aşırı su
kullandığından, tarımsal değeri olan çimenlerin o alana yerleşmesini
önlemiştir.
Kurağa Dayanıklılık Stratejileri İklim ya da Toprak Koşullarına Göre
Değişiklik Gösterir
Su kıtlığı, bitkide su içeriğinin
en yüksek olduğu durumda, en yüksek su miktarının altındaki doku ya da hücrenin
herhangi bir su içeriği olarak ifade edilir. Su kıtlığı gelişimle ilgili
işlemlere izin verecek yavaşlıkta oluştuğunda, su stresinin büyüme üzerinde
bazı etkileri görülür. Bunlardan biri yaprak genişlemesinin
sınırlandırılmasıdır. Fotosentez çoğunlukla onunla orantılı olduğundan, yaprak
alanı önemlidir. Bununla birlikte, hızlı yaprak genişlemesi suyun
kullanılabilirliğini olumsuz etkiler.
Yalnızca kış ve ilkbahar
yağışlı, yazın kurak ise, bitki erkenden büyür. Bu erken büyüme yaprak
alanında ve hızlı su tüketiminde artışa neden olur. Ayrıca bitkinin yaşam
döngüsünü tamamlaması için gerekli toprak neminin azalmasına yol açar. Bu
durumda yalnızca mevsim sonunda üreme için bir miktar kullanılabilir suya
sahip olanlar ile yaşam döngülerim kuraklık başlamadan önce hızla tamamlayanlar
(kuraklıktan kaçanlar) tohum üretirler. Bu stratejilerin her biri üreme
başarısına bir ölçüde katkı yapar.
Yaz yağışı önemli ise de,
düzensiz olduğunda durum değişir. Böyle durumlarda, yaprak alanı büyük olan ya
da hızlıca büyük bir yaprak alanı oluşturabilen bir bitki nadiren ortaya çıkan
nemli yaz aylarından avantaj sağlar. Bu koşullarda hem vejetatif büyümeyi hem
de çiçeklenmeyi uzun bir döneme yayabilme kapasitesi alıştırma stratejilerinden
birini oluşturur. Böyle bitkiler, yalnızca kısa dönemlerde, önceden
belirlenmiş sayıda yaprak ve çiçek üreten, sınırlı büyüyen bitkilerin aksine,
büyümesi sınırsız bitkiler olarak isimlendirilir.
Aşağıda, yaprak
genişlemesinin sınırlandırılması, yaprak absisyonu, kök büyümesinde artış ve
stomaların kapanması dahil, bazı alışma stratejilerini inceleyeceğiz.
Yaprak Alanının Azaltılması Su Kıtlığı Altında Geliştirilen
Adaptasyonlardan İlkidir
Bitkinin su içeriği
düştükçe hücreler büzülür ve hücre çeperleri gevşer. Hücre hacmindeki bu
azalma, hücrelerde turgor basıncının ve daha sonra çözünmüş madde
konsantrasyonunun düşmesine neden olur. Kapladığı alan azaldığından plazma zan
kalınlaşır ve üzerindeki baskı artar. Turgorun azalması, su stresinin ilk ve
önemli bir biyofiziksel etkisi olduğundan, yaprak genişlemesi ve kök uzaması
gibi turgor-bağımlı etkenlikler su kıtlığına en fazla duyarlıdır.
Su stresi yalnızca
turgoru azaltmakla kalmayıp, çeperin esneyebilirliğini azaltırken, ürün eşik
değerini artırır. Çeper esneyebilirliği (m), hücre çeperinin çözeltisi hafif
asidik olduğunda en büyüktür. Stres sırasında hücre çeperi pH'sı tipik olarak
yükseldiğinden, stres çeper esneyebilirliğini de azaltır. Stresin Y üzerindeki
etkileri iyi bilinmemekle birlikte, stres sona erdikten sonra hücre çeperinde
geriye dönüşümsüz ve karmaşık olan yapısal değişimlere neden olduğu
düşünülmektedir. Su kıtlığı çeken bitkiler geceleri yeniden su alırlar ve
buna bağlı olarak yaprak büyür. Ancak, m ve Y'indeki değişiklikler nedeniyle
büyüme hızı, aynı turgora sahip, strese maruz kalmamış bitkilerinkinden daha
düşüktür.
Yaprak genişlemesi büyük
ölçüde hücre genişlemesine bağlı olduğundan, iki işlem altında yatan ilkeler
benzerlik gösterir. Su kıtlığının erken evrelerinde hücre genişlemesinin
engellenmesi yaprak genişlemesini yavaşlatır. Yaprak alanı küçüldüğünden
transpirasyonla su kaybı azalır. Böylece, topraktaki kısıtlı miktardaki suyun
uzun bir süre etkili bir şekilde korunmasını sağlanır. Dolayısıyla, yaprak
alanındaki azalma, kuraklığa karşı oluşturulan ilk savunma hattı olarak
düşünülebilir.
Sınırsız büyüyen
bitkilerde, su stresi hem dalların büyümesini hem de sayısını azalttır. Bu
nedenle yalnızca yaprak büyüklüğü değil, yaprak sayısı da azalır. Yaprak
genişlemesinden daha az çalışılmış olmakla birlikte, stres sırasında yaprak
büyümesini sınırlayan faktörler gövde büyümesini de etkiler.
Ayrıca hücre ve yaprak
genişlemesi, su akışını kontrol eden biyokimyasal ve moleküler etmenlere de
bağımlıdır. Bitkilerin strese yanıt olarak büyüme hızlarını değiştirdikleri
yönünde pek çok kanıt bulunmaktadır. Bitkiler büyüme hızlarını hücre çeperi ve
membran biyosentezi, hücre bölünmesi ve protein sentezi gibi pek çok önemli
işlemi aynı anda kontrol değiştirirler (Burssens ve ark. 2000).
Su Kıtlığı Yaprak Absisyonunu Uyarır
Bir bitkinin toplam
yaprak alanı (yaprak sayısı x her bir yaprağın yüzey alanı) yaprakların tümü
olgunlaştıktan sonra sabit kalmaz. Yaprak alanı oluştuktan sonra bitkiler
strese maruz bırakılırlarsa, yapraklar sararır ve sonuçta dökülür. Suyun
sınırlı olduğu bir ortamda yaprak alanının bu şekilde düzenlenmesi bitkinin
adaptasyonunu arttıran uzun vadeli önemli bir değişikliktir. Gerçekten,
çöllerde yaşayan pek çok yaprak döken bitki bir kuraklık sırasında yapraklarını
döker ve bir yağmurdan sonra yenilerini oluşturur. Bu döngü bir mevsimde iki
kez ya da daha fazla ortaya çıkabilir. Su stresi sırasında absisyona, büyük
ölçüde içsel bir bitki hormonu olan etilen sentezinin artması ve bu hormona
yanıt verilmesi neden olur.
Su Kıtlığı Sırasında Kökler Toprağın Derinliklerindeki Nemli Bölgelere
Doğru Uzar
Orta şiddetteki su
kıtlığı kök sisteminin de gelişimini etkiler. Kökün kütlesinin gövdeninkine
oranı; köklerden suyun alınımı ve toprak üstü kısımların yaptığı fotosentez
arasındaki işlevsel denge ile belirlenir. Basitçe ifade edilirse, bir sürgün en
fazla, köklerden su alınımının büyümenin sürmesine daha fazla izin vermediği
noktaya bunun aksine, kökler, sürgünlerden gelen fotosentez ürünleri, bu
organların gereksinimlerini sağlayıncaya değin büyüyecektir. Su temininin
azalması durumunda bu işlevsel denge değişir.
Daha önce tartışıldığı
gibi, yaprak genişlemesi su alınımı azaldığında hemen etkilenirken, fotosentez daha
az etkilenir. Yaprak genişlemesinin engellenmesi karbon ve enerji tüketimini
azaltır. Bunun sonucunda bitkinin özümlediği maddelerin daha büyük bir bölümü
köklere gönderilerek büyümenin artması sağlanır. Ayrıca kurak toprakta kök
uçları turgorlarını kaybeder.
Bu etmenlerin tümü
köklerin toprağın nemli bölgesine ulaşmasını sağlar. Su kıtlığı geliştikçe,
genellikle önce toprağın üst kısmı kurur. Bu nedenle genel olarak toprak
tabakalarının tümü nemli olduğunda bitkilerin kökleri derinlerine gitmez. Toprak
üst tabakalarındaki su azaldıkça kökler derinlere uzanır. Köklerin, toprağın
nemli kısımlarına ulaşmak için derine gitmesi kuraklığa karşı oluşturulan
ikinci bir savunma hattıdır.
Stres sırasında kökün
toprağın nemli kısmına doğru büyümesi için fotosentezde oluşturulan maddelerin
büyümekte olan kök uçlarına gönderilmesi gerekir. Fotosentez ürünleri su
kıtlığı sırasında kökler yerine meyvelere gönderilir. Bu nedenle kök büyümesine
bağlı su alınımındaki artış vejetatif bitkilere göre, reproduktif bitkilerde
daha az belirgindir. Fotosentez ürünleri için kökler ve meyveler arasında
yapılan rekabet, bitkilerin üreme sırasında su stresine daha duyarlı
olmalarının nedenidir.
Stomalar Su Kıtlığı Sırasında Absisik Asite Yanıt Vererek Kapanır
Önceki bölümlerde yavaş
ve uzun süren su kaybı sırasında bitki gelişimindeki değişiklikler üzerinde
odaklanılmıştı. Stres daha hızlı oluşup, bitki yaprak gelişimini stresten önce
maksimuma ulaştırınca, bitkiyi ani kurumaya karşı verdiği diğer yanıtlar korur.
Böyle koşullar altında, stoma kapanarak yaprak alanından evaporasyonla su
kaybını azaltır. Dolayısıyla stomaların kapanması kuraklığa karşı üçüncü
savunma hattmı oluşturur. Bekçi hücrelerine suyun alınımı ve kaybı bu
hücrelerin turgorlarını değiştirerek stomaların açılıp kapanmasını sağlar.
Bekçi hücreleri epidermisinde yer aldığından, evaporasyonla atmosfere doğrudan
su kaybederek turgorlarını yitirirler. Turgorun azalması hidropasif olarak
stomaların kapanmasına neden olur. Bu kapanma mekanizması olasılıkla hava neminin
düşük olduğu koşullarda etkilidir; çünkü hava nemi düşük olduğunda bekçi
hücrelerinden su kaybı, komşu epidermis hücrelerinden bekçi hücrelerine su
taşınımını dengeleyemeyecek denli hızlıdır.
Hidroaktif kapanma olarak
isimlendirilen ikinci bir mekanizma, tüm yaprak ve kökler su kaybedince
stomaların kapanmasını sağlar. Hidroaktif kapanma bekçi hücrelerindeki
metabolik işlemlere bağlıdır. Bekçi hücrelerinde çözünmüş madde miktarındaki
azalma, su kaybına ve turgorun düşmesine neden olur ve de stomaların
kapanmasını sağlar. Dolayısıyla hidroaktif kapanmanın hidrolik mekanizması
stoma açılması mekanizmasının tersidir. Bununla birlikte, hidroaktif kapanma,
stoma açılmasından daha farklı denetlenir.
Yaprağın su içeriğinin
azalması bekçi hücrelerinden çözünmüş madde kaybını başlatır. Bu işlemde
absisik asit (ABA) büyük bir rol oynar. Mezofil hücrelerinde düşük bir hızda ve
sürekli olarak sentezlenen ABA, kloroplastlarda birikme eğilimindedir. Mezofil
hücreleri orta şiddette su kaybedince iki olgu gerçekleşir:
1.Kloroplastlarda
birikmiş ABA'nın bir bölümü mezofil hücresinin apoplast (hücre çeperi
boşluğuna)'ına bırakılır. ABA'nın eşit olmayan dağılımı, yaprak içindeki pH
gradiyentlerine, ABA molekülünün zayıf asidik özellikte oluşuna ve hücre
zarlarının geçirgenliğine bağlıdır. ABA'nın eşit olmayan dağılımı, ABA'nın bir
bölümünün transpirasyon akışıyla bekçi hücrelerine taşınmasını sağlar.
2.ABA daha yüksek bir
hızda sentezlenir ve yaprak apoplastında daha fazla ABA birikir. Hızlı sentez
sonucu ABA konsantrasyonunun artması, birikmiş ABA'nın önceden oluşan kapatıcı
etkisini arttırır ya da süresini uzatır.
Stomaların yapraktaki su
kaybına verdiği yanıt, bir türün bireyleri ve türler arasında büyük farklılık
gösterir. Börülce (Vigna ungiuculata) ve kasava {.Mahi- noi esculenta) gibi
kurumayı erteleyen bazı bitkilerin stomaları su kıtlığına olağanüstü yanıt
verir. Bu bitkilerde stoma iletkenliği ve transpirasyon, kuraklık sırasında
yaprak su potansiyeli sabitleninceye değin azalır.
Kök sisteminden gelen
kimyasal sinyaller stomalann su stresine yanıtını etkiler (Davies ve ark.
2002). Stoma iletkenliği, yaprak su durumundan çok topraktaki su ile daha
sıkı ilişkilidir. Toprağın su içeriğinden doğrudan etkilenen tek bitki kısmı
kök sistemidir. Aslında kök sisteminin yalnızca bir bölümünün su alması
engellenirse, iyi sulanan kısım gövdelere bol miktarda su gönderse bile
stomalar kapanabilmektedir.
Mısır (Zea mays)
bitkilerinin kökleri iki ayrı saksıya ayrılıp, bu saksılardan sadece birine
su verilerek büyümeye bırakıldıklarında, stomalar kısmen kapanmış ve kurumayı
erteleyen bitkilerde olduğu gibi yaprak su potansiyeli artmıştır. Bu bulgular,
stomaların kökler tarafından algılanan koşullara yanıt verebildiklerini
göstermektedir. ABA'in yanında (Sauter ve ark. 2001), pH ve inorganik iyonların
eşit olmayan dağılımı gibi diğer sinyaller de kökler ve toprak üstündeki
sürgünler arasında uzun mesafeli sinyal geçiriminde rol oynarlar (Davies ve
ark. 2002).
Su Kıtlığı Fotosentezi Sınırlandırır
Fotosentez, turgor değişimine
karşı yaprak genişlemesinden çok daha az duyarlıdır. Bu nedenle yapraktaki
fotosentez hızı (birim yaprak alanı başına ifade edilen) orta şiddetteki su
stresine yaprak genişlemesi kadar yanıt vermez. Yine de, orta şiddetteki su
stresi genellikle hem fotosentezi hem de stoma iletkenliğini etkiler. Su
stresinin erken evrelerinde stomalar kapanırken su kullanma etkinliği
artabilir (yani, transpirasyonla kaybedilen birim miktardaki su başına daha
fazla C02 alınabilir); çünkü stomalann kapanması transpirasyonu hücreler arası
C02 konsantrasyonundan daha fazla engeller.
Bununla birlikte, stresin
şiddeti arttıkça, mezofil hücrelerinden suyun kaybı fotosentezi, mezofil
hücrelerinin metabolizmasını engeller ve su kullanma yeteneğini azaltır. Pek
çok çalışmada, su stresinin stoma iletkenliği üzerindeki nispi etkisinin
fotosentez üzerindeki etkisinden çok daha büyük olduğunu göstermiştir.
Fotosentez ve stoma iletkenliğinin su stresine verdikleri yanıt, yaprakları
stres altında, C02 içeriği yüksek havaya maruz bırakılarak ayırt edilebilir.
Stresin stoma iletkenliği üzerindeki herhangi bir etkisi, yüksek C02
tarafından ortadan kaldırılabilir. Stres altında ve stressiz koşullarda
yetişen bitkilerin fotosentez hızları arasındaki farklılıklar, doğrudan su stresinin
fotosentezde neden olduğu zarara bağlanabilir.
Su stresi taşınımı
doğrudan etkiler mi? Su stresi hem fotosentezi hem de büyümekte olan
yapraklarda fotosentez ürünlerinin tüketimini azaltır. Böylece, su stresi
altında yapraklardan diğer kısımlara gönderilen madde miktarı azalır. Flöemde,
maddeler turgora bağlı taşındığından, stres sırasında flöemde su potansiyelinin
azalması, fotosentez ürünlerinin taşınımını engelleyebilir. Bununla birlikte,
daha önceden çok engellenen fotosentez gibi diğer işlemlerin aksine, taşınım
stres periyodunun sonuna değin etkilenmez.
Taşınım strese karşı
duyarsız olduğundan, stresin çok aşın olduğu durumlarda bile depo maddeleri
taşınır ve gereksinim duyulan yerlerde (örneğin, tohum büyümesi gibi)
kullanılır. Fotosentez ürünlerinin taşınımının sürdürülebilmesi, bitkinin
kuraklığa dayanıklılığında anahtar bir etmendir.
Bitkideki Su Dengesi Hücrelerdeki Ozmotik Düzenleme İle Korunur
Toprak kurudukça matriks
potansiyeli toprak suyununkinden daha düşük (daha negatif) olduğu sürece suyu
absorblayabilir. Ozmotik düzenleme ya da hücreler tarafından çözünmüş
maddelerin biriktirilmesi, su potansiyelini azaltır. Bu sırada turgorda ya da
hücre hacminde bir azalma olmaz.
Ozmotik düzenleme, hücre
başına çözünmüş madde miktarının artmasıdır. Bu artış, su kaybı sonucu oluşan
hacim değişikliklerinden bağımsızdır.
Ozmotik düzenleme, şekerler, organik asitler, amino asitler ve inorganik
iyonlar (özellikle K+) gibi, bir dizi çözünmüş maddenin konsantrasyonu
artırılarak gerçekleştirilir.
Bitki hücrelerinin
sitoplazmalarında, enzimler yüksek iyon konsantrasyonlarından çok fazla
etkilenebilir. Ozmotik düzenleme sırasında iyonlar vakuolde biriktirilir.
Böylece sitosol ve hücre içi organellerde enzimlerle temas etmeleri önlenir.
İyonların farklı hücre kısımlarında bölmelendirilmelerinden sonra, hücrenin
içinde su potansiyeli eşitliğinin sürdürülmesi gerekir. Bunun için
sitoplazmada diğer çözünmüş maddelerin biriktirilmesi gerekir.
Denge oluşturan bu
çözünmüş maddeler (ya da denge oluşturan ozmolitler) enzimlerin işlevlerini
etkilemeyen organik bileşiklerdir. Bir amino asit olan prolin, şeker alkolleri
(örneğin, sorbitol ve mannitol) ve glisinbetain olarak isimlendirilen bir
kuaterner amin denge oluşturan çözünmüş maddelerdendir. Bu maddeler hücrelerde
yaygın olarak birikirler. Bitkiler denge oluşturan çözünmüş maddeleri
sentezleyerek kök zonunda giderek artan tuzluluğa karşı düzenleme yaparlar. Bu
konu daha sonra tartışılacaktır.
Dokunun su kaybetmesine
yanıt olarak oluşan ozmotik düzenleme yavaş gerçekleştirilir. Birkaç günlük
bir sürede, diğer değişiklikler (büyüme ve fotosentez gibi) de oluşur.
Dolayısıyla, ozmotik düzenlemenin su kıtlığından bağımsız ve dolaylı bir yanıt
olduğu, ancak büyüme hızındaki bir azalma gibi başka bir etmen sonucunda
oluştuğu söylenebilir. Bununla birlikte, ozmotik düzenleme yapamayan yapraklara
göre, yapabilenler su potansiyelleri düşük olduğunda turgorlarını
korurlarlar. Turgorun korunması, su potansiyeli düşük olduğunda hücre
uzamasının sürmesini sağlar. Ayrıca stoma iletkenliğini arttırır. Bunlar,
ozmotik düzenlemenin, su kaybına direnci arttıran bir alışma biçimi olduğunu
göstermektedir.
Yaprak hücrelerinde
ozmotik düzenleme sonucu bitki hücreleri fazladan ne kadar su kazanabilirler?
Alınabilir suyun büyük bir bölümü boşluklarda bulunur ve kökler tarafından
kolayca alınır. Toprak kurudukça ilk
olarak boşluklardaki su kullanılır. Geride küçük porlara sıkıca bağlanmış küçük
miktarda su kalır.
Ozmotik düzenleme, sıkıca
tutulan suyun büyük bir bölümünün bitki tarafından alınmasını sağlar; ancak
toplam kullanılabilir sudaki artış küçüktür. Dolayısıyla, bitkinin
kullanılabilir su bulması açısından yaprakta ozmotik düzenlemenin maliyeti
kazancını hızla azalmasıyla bastırılır. Bu durum, ozmotik düzenleme yapabilen
ve yapamayan türlerin su ilişkilerinin karşılaştırılmasından da görülebilir.
Bu sonuçlar ozmotik düzenlemenin, kurumaya karşı toleransı arttırdığını, ancak
verimlilik üzerinde büyük bir etkisinin bulunmadığını göstermektedir.
Her ne kadar
yapraklardaki kadar yoğun çalışılmamış ise de, ozmotik düzenleme köklerde de
yapılır. Köklerdeki düzenlemenin mutlak büyüklüğü yapraklardakinden daha küçük
olmasına karşın, ilgili dokudaki çözünmüş madde potansiyeli OF) yüzdesi olarak,
köklerde yapraklardakinden daha büyük olabilir. Yapraklardaki gibi, bu
değişiklikler, önceden su kaybetmiş topraktan su alımını bir miktar arttırır.
Bununla birlikte, kök meristemlerinde de ozmotik düzenleme yapılabilir.
Köklerde ozmotik düzenleme, turgor artışını ve kök büyümesinin sürmesini
sağlar. Toprakta su azaldıkça, meristem hücrelerinde ozmotik basıncın
düzenlenmesi kök büyüme özelliklerinde oluşan değişikliklerin önemli bir
elemanıdır.
Ozmotik düzenleme
bitkilerde verimliliği arttırır mı? Araştırıcılar geleneksel bitki ıslahı,
fizyolojik yöntemler (kontrollü su kıtlığı yaratılarak düzenlenmenin
uyarılması), çözünmüş madde sentezi ile biriktirilme- sinden sorumlu genleri
ifade eden transgenik bitkileri kullanarak ozmotik olarak koruyucu çözünmüş
maddelerin birikimini sağlamışlardır. Ancak, genleri değiştirilmiş bitkiler
daha yavaş büyürler ve ozmotik strese yalnızca biraz daha fazla dirençlidirler.
Bu nedenle, tarımın performansın arttırılmasında ozmotik düzenlemenin
kullanılması için henüz erkendir.
Su Kıtlığı Sıvı Haldeki Su Akışına Karşı Direnci Arttırır
Bir toprak kuruyunca, su
akışına direnci, özellikle kalıcı solma noktası yakınında artar. Kalıcı solma
noktasında (çoğunlukla -1.5 MPa), transpirasyon tümüyle dursa bile bitkiler
turgorlarını yeniden kazanamaz. Toprağın
su akışına direnci çok büyük olduğundan, kalıcı solgunluk noktasında su
köklere çok yavaş iletilir. Dolayısıyla gündüzleri solan bitkiler
kaybettikleri suyu geceleri tekrar alamaz.
Bitkinin içinde oluşan
direnç kaybedilen suyun tekrar kazanılmasını, engeller. Çeşitli su kıtlığı
durumlarında, bitkinin içindeki bu direnç, topraktaki dirençten daha büyüktür
(Blizzard and Boyer 1980). Kuruma sırasında, suyun akışına karşı bitkinin direncini
birkaç etmen arttırır. Bitki hücreleri su kaybettikçe büzülür. Kökler
büzülünce, kök yüzeyi suyu tutan toprak partiküllerinden uzaklaşabilir ve narin
yapılı kök tüyleri zarar görebilir. Ayrıca, toprak kuruması sırasında kök
uzaması yavaşladığından, korteksin dış tabakaları (hipodermis) giderek daha
fazla süberinle- şir. Suya geçirimsiz bir lipid olan süberin suyun akışına
karşı direnci artırır.
Su akışına karşı direnci
arttıran diğer bir önemli etmen kavitasyon ya da ksilemde, gerilim altmda
bulunan su sütununun parçalanmasıdır. 4. Bölümde gördüğümüz gibi,
yapraklardan yapılan transpirasyon su sütunu üzerinde bir gerilim yaratarak
suyun yukarı yönde çekilmesini sağlar. Büyük gerilimlerin oluşması için gerekli
kohezyon kuvvetleri yalnızca çok dar sütunların içinde bulunur. Su, bu
sütunlar içinde çeperlere sıkıca tutunur.
Bitkilerin çoğunda
kavitasyon orta seviyedeki su potansiyellerinde (-1 ila -2 MPa) başlar ve önce
en büyük trakelerde oluşur. Örneğin, meşe (Quercus) gibi ağaçlarda ilkbaharda
oluşan geniş çaplı trakeler suyun bol olduğu büyüme mevsiminin başlarında
direnci düşük olan bir yol oluşturur. Yazın toprak kuruyunca, bu geniş
trakeler işlevlerini durdurur. Bu dönemde transpirasyon akıntısını taşıma işini
stres sırasında oluşan, çapları küçük çaplı trakeler alır. Bu değişikliğin uzun
süren sonuçlan vardır. Yeterli su bulunsa bile, direnci düşük olan orijinal yol
işlevini yitirir. Bu durum, su akış kapasitesini azaltır.
Su Kıtlığı Yaprak Yüzeyindeki Mum Birikimini Artırır
Kutikulanın kalınlaştırılması
gelişimle ilgili olarak su stresine karşı verilen yaygın yanıtlardan biridir.
Kutikulanın varlığı, epidermisten su kaybını azaltır (kutikular transpirasyon).
Mumlar, hem yüzeyde hem de kütikulanm iç tabakalarında birikirlerse de, içteki
tabaka, su kaybının denetlenmesinde daha önemlidir.
Ayrıca kutikulanm
kalınlığının artması C02'e geçirgenliği de azaltır; ancak kutikulanm altındaki
epidermis hücreleri fotosentez yapmadığından yapraktaki fotosentez bundan
etkilenmez. Bununla birlikte, kutikuladan yapılan transpirasyon toplam yaprak
transpirasyonunun yalnızca %5 ila %10'u kadardır. Bu nedenle, kutikular
transpirasyon yalnızca stres çok şiddetli olduğunda ya da kutikula zarar
gördüğünde (örneğin, rüzgarın sürüklediği tozlardan) önemlidir.
Su Kıtlığı Yapraklar Tarafından Enerjinin Dağıtılmasını Değiştirir
Evaporasyonla ısının
yitirilmesi yaprak sıcaklığını düşürür. Bu soğutucu etki çok belirgin olabilir:
Kaliforniya, Death Valley'de - dünyadaki en sıcak yerlerden biri- bol su
bulabilen bitkilerin yaprak sıcaklıklarının ortamın hava sıcaklığından
8"C daha düşük olduğu bulunmuştur. Sıcak ve kurak iklimlerde tecrübeli bir
çiftçi yapraklara dokunarak bitkilerin su gereksinimlerinin olup olmadığını
anlayabilir. Çünkü hızlı transpirasyon yapan bir yaprak dokunulduğunda
kesinlikle soğuktur. Su stresi transpirasyonu sınırlandırınca, başka bir işlem
soğutucu etki yapmazsa yaprak ısınır. Transpirasyonun yaprak sıcaklığı
üzerindeki bu etkileri nedeniyle, su stresi ve ısı stresi birbiriyle yakın
ilişkilidir.
Bitkinin yaprak
sıcaklığını hava sıcaklığının çok daha altında tutabilmesi için evaporasyonla
büyük miktarlarda suyu kaybetmesi gerekir. Bu, yaprakların evaporasyon
dışındaki yollarla (örneğin, yaprak büyüklüğü ve yönelimindeki değişiklikler)
soğutulmasının suyun korunmasında neden çok etkili olduğunu gösterir.
Transpirasyon azalıp, yaprak sıcaklığı hava sıcaklığının üzerine çıkınca,
yapraktaki fazladan enerjinin bir bölümü ısı kaybı olarak çevreye yayılır.
Kurak bölgelerde yetişen bitkilerin çoğunun yaprakları çok küçüktür. Küçük
yapraklar, yapraktan havaya ısının geçirildiği sınır tabakaların direncini en
aza indirirler.
Küçük yaprakların sınır
tabakalarında direnç düşük olduğundan, bu yaprakların sıcaklığı transpirasyon
yavaşladığında bile hava sıcaklığına yakındır. Bunun tersine, büyük
yaprakların sınır tabaka dirençleri yüksektir. Böyle yapraklar doğrudan ısı
transferiyle havaya daha az termal enerji saçarlar (birim yaprak alanı
başına).
Su stresi sırasında büyük
yapraklı bitkilerde, yaprak hareketi ek koruma sağlar. Kendilerini güneşe
doğru yöneltmeyen bitkiler paraheliotropik olarak isimlendirilirler;
kendilerini normal olarak güneş ışığına yönelterek (perpendikular) enerji
kazanan yapraklar ise diaheliotropik olarak isimlendirilirler. Solma sonucu
yaprak açısının değiştirmesi solma ve çimenlerde güneşe maruz kalan doku
yüzeyini en aza indiren yaprak kıvrılması da ışık alımını değiştirir.
Ayrıca enerjinin
absorbsiyonu, yaprak yüzeyindeki tüyler ya da kutikulanın üstündeki mum
tabakalarının yansıtıcı etkisiyle azaltılabilir. Sıkıca paketlenmiş tüylerin
ışığı büyük ölçüde yansıtması, bazı bitkilerin yapraklarının gri-beyaz
görünmesine neden olur. Bu tüylülük, ışınları yansıtarak yaprakların soğuk
durumlarını korumasını sağlar; ancak tüyler, fotosentezde aktif olan görünür
ışığı da yansıttıklarından karbon özümlemesini de azaltırlar. Bu nedenle,
kültür bitkilerinin su kullanma yeteneklerini arttırmak için ıslah yoluyla
tüylülüğün üretilmesi çabaları genel olarak başarısızlıkla sonuçlanmıştır.
Ozmotik Stres Bazı Bitkilerde Crassulacean Asit Metabolizmasını Teşvik
Eder
Crassulacean asit
metabolizması (CAM), stomaların geceleri açık, gündüzleri ise kapalı tutulduğu
bir bitki adaptasyonudur. Transpirasyonun oluşmasını sağlayan, yaprak ve
havanın buhar basıncı arasındaki farklılık, hem yaprak hem de hava soğuğuyunca
çok azalır. Bu nedenle, CAM bitkilerinin su kullanma yetenekleri, ölçülenlerin
içinde en yüksek olanıdır. Bir CAM bitkisi kullandığı her 125 g suya karşılık
1 g kuru madde kazanır. Bu oran, tipik bir C3 bitkisindekinden üç ila beş kat
daha büyüktür.
CAM, kaktüs gibi
sukkulent bitkilerde çok yaygındır. Bazı sukkulent türler fakültatif CAM
özelliği gösterirler. Yani, su kıtlığı ya da tuzcul koşullara maruz
kaldıklarında CAM'a dönerler.
Ozmotik Stres Genin İfadesi Olmasını Değiştirir
Daha önce belirtildiği
gibi, ozmotik strese yanıt vermek için uyumlu çözünmüş maddelerin birikimi,
böyle maddelerin sentezlenmesini sağlayan metabolik yolların
aktifleştirilmesini gerektirir. Ozmotik düzenlemeden sorumlu enzimleri kodlayan
bazı genler ozmotik stres ve/veya tuzluluk ve soğuk stresinin etkisiyle
açılırlar. Bu genler aşağıdaki enzimleri kodlarlar (Buchanan ve ark. 2000):
1.Prolin biyosentez
yolundaki anahtar bir enzim olan ∆A,-Pirolin-5-karboksilat sentaz
2.Glisin betain
birikiminde rol alan betain aldehit dehidrogenaz enzimi
3.Halka yapılı bir şeker
alkolü olan Pinitolün birikiminde hız sınırlayıcı bir enzim olan myo-Inositol
6-O-metiltransferaz'dır.
Ozmotik stres iyi bilinen
diğer bazı enzimleri uyarır. Ozmotik stres sırasında Gliseraldehit-3-fosfat
dehidrogenaz daha fazla ifade olur. Bu olasılıkla, ozmotik düzenleme
yapılabilmesi için organik çözünmüş maddelere karbon akışının artmasını sağlar.
Lignin biyosentezinde yer alan enzimler de ozmotik stres ile denetlenir.
Ayrıca stres sırasında
anahtar özellikte olan enzimlerin aktiviteleri de azalır. Örneğin ozmotik
stres sırasında bir şeker alkolü olan mannitol birikimi, man- nitol
biyosentezinde yer alan enzimlerin genlerinin ifade olması sonucu değil,
sakkaroz parçalanması ve mannitol parçalanmasından sorumlu genlerin ifade
olmaması ile gerçekleşir. Böylece ozmotik stres sırasında mannitol birikimi
artar.
Ozmotik stres ile
düzenlenen diğer genler, zardan taşınım ile ilgili proteinleri kodlar (Maggio
ve Joly 1995). ATPaz'lar ve suyun geçişini sağlayan kanal proteinleri,
aquaporinler bunlardandır. Ayrıca stres, bazı proteaz genlerini de uyarır. Bu
enzimler, stres sırasında yapısı bozulan diğer proteinleri parçalayabilir
(uzaklaştırır ve yeniden çevrime sokar). Ubiqutin isimli protein, proteolitik
parçalanma için hedef seçilen proteinleri etiketler. Arabidopsis’te
ubiqutin'den sorumlu mRNA sentezi kuruma stresinden sonra artar. Ayrıca,
ozmotik olarak uyarılan bazı ısı şoku proteinleri kurumanın etkisizleştirdiği
proteinleri korur ya da renatüre eder.
Hücre genişlemesinin
ozmotik strese karşı duyarlı oluşu, hücre çeperlerinin yapısal bileşimi ve
bütünlüğünde yer alan proteinleri kodlayan çeşitli genlerle ilgili çalışmaları
teşvik etmiştir. Lignin biyosentezinde yer alan S-Adenozilmetionin sentaz ve
peroksidaz gibi enzimleri kodlayan genlerin stres tarafından kontrol edildiği
gösterilmiştir.
Tohum olgunlaşması
sırasında doğal olarak su kaybeden embriyoların incelenmesi, ozmotik stres
tarafından düzenlenen büyük bir gen grubunun bulunmasını sağlamıştır. Bu
genler, LEA proteinleri (bu isim, embriyo oluşumunun son döneminde oluşan bazı
proteinler için kullanılmaktadır; late embryogenesis abundant) olarak
isimlendirilen proteinleri kodlar. Bu proteinlerin hücre zarlarının
korunmasında yaşamsal bir rol oynadıkları düşünülmektedir. LEA proteinlerinin
işlevleri çok iyi bilinmekle birlikte, ozmotik stres sırasında vejetatif
dokularda birikirler. Bu genler tarafından kodlanan proteinler tipik olarak
hidrofilik olup, suyu kuvvetli bir şekilde bağlarlar. LEA proteinleri su kaybı
sırasında suyun korunmasını ve hücre içindeki önemli proteinler ile diğer
moleküllerin kristalleşmesini önleyerek koruma sağlar. Ayrıca zar yapısının
korunmasına da katkı yaparlar.
Son yıllarda, bazı
bitkilerin stres altında tüm genlerini araştırmak için mikroarray teknikleri
kullanılmıştır. Bu çalışmalar, bitki strese maruz kaldıktan sonra çok sayıda
genin ifade olmasının değişikliğe uğradığını göstermiştir. Pirinçte, stres
tarafından kontrol edilen genler, toplam genlerin yaklaşık %10'unu
oluşturmaktadır (Kawasaki ve ark. 2001).
Ozmotik stres tipik
olarak ABA'in birikimine neden olur (Bkz. 23. Bölüm). Bu nedenle, ozmotik
stres sırasında ABA'e yanıt veren gen ürünlerinin birikmesi sürpriz değildir.
ABA'e duyarsız ve ABA-eksik mutantlarla yapılan çalışmalar, ozmotik stresin
uyardığı çok sayıda genin, aslında stres sırasında ABA birikimi tarafından
uyarıldığım göstermiştir. Bununla birlikte ABA, ozmotik stres sonucu tüm
genlerin ifade olmasını sağlayamaz. Bir sonraki kısımda tartışıldığı gibi,
ozmotik stres altında bağlı düzenlenen genlerin ifade olmasından sorumlu diğer
mekanizmalar henüz tam olarak bilinmemektedir.
Strese Yanıt Veren Genler, ABA'e Bağımlı ve ABA'ten Bağımsız İşlemlerle
Düzenlenir
Gen transkripsiyonu,
düzenleyici proteinlerin (transkripsiyon faktörleri), düzenledikleri genlerin
promo- törlerindeki özel regülatör dizileri ile etkileşimleri ile denetlenir.
Aynı sinyal (örneğin, kuruma ya da tuzluluk) tarafından uyarılan farklı
genler, bir sinyal yolu tarafından denetlenir. Bu sinyal özel transkripsiyon
faktörlerini aktifleştirir.
Stres altında uyarılan
bazı genlerin promotörleri ile ilgili yapılan çalışmalar, farklı streslerde yer
alan genlerin özel regülatör dizilerinin tanımlanmasını sağlamıştır. Örneğin,
RD29 geni, ozmotik stres, düşük sıcaklık ve ABA tarafından aktifleştirilebilir.
ABA tarafından düzenlenen
genlerin promotörleri altı nükleotid dizisi içerir. Bu diziler, ABA'e yanıt
veren element (ABRE) olarak ifade edilir. A BRE, olasılıkla, ABA'e bağlı gen
aktifleşmesinde yer alan transkripsiyon faktörlerine bağlanır. ABA'e bağımlı
olarak, ozmotik stres tarafmdan düzenlenen bu genlerin promotörleri, dokuz
nukletotidli alternatif bir düzenleyici dizi elementi içerir. Dehidrasyona
(kuruma) yanıt elementi (DRE) olarak isimlendirilen bu element, transkripsiyonu
düzenleyen alternatif bir protein dizisi tarafmdan tanımlanır. Böylece, ozmotik
stres tarafından düzenlenen genler, ya ABA'nm etkisiyle yönlendirilen sinyal
geçirim yolları (ABA'e bağımlı genler) ya da ABA'ten bağımsız, ozmotik strese
yanıt veren sinyal geçirim yolu ile yönlendirilir.
ABA'ten bağımsız yolla
gen ifadesinin düzenlenmesinde en az iki sinyal yolu bilinmektedir. Ozmotik
strese yanıt veren genlerin promötörlerindeki DRE elementlerine bağlanarak iş
gören transkripsiyon faktörleri (DREBİ ve DREB2 olarak isimlendirilir)
ABA'ten bağımsız bir sinyal dizisiyle aktifleştirilir. ABA'ten bağımsız,
ozmotik strese yanıt veren genler protein kinazlar tarafından kontrol
edilirler. Bunlar, MAP kinaz sinyal dizisi olarak isimlendirilir. Gen
ifadesindeki diğer değişimler, DREB'lerin yer almadığı başka mekanizmalarla
yönlendirilir.
Burada, hem ABA'e bağımlı
hem de ABA'ten bağımsız yollar olarak belirtilen, sinyal geçirme dizisindeki
bu karmaşıklık ve 'karşılıklı konuşma', ökaryot- lardaki tipik bir sinyal
oluşturma biçimidir. Bu tür bir karmaşıklık, ozmotik strese adaptasyona gen
ifadesi ve aracılık eden fizyolojik işlemler arasındaki ilişkinin bolluğunu
yansıtmaktadır.
ISI STRESİ VE ISI ŞOKU
Yüksek bitkilerin
dokularının büyük bir kısmı 45°C'nin üzerinde, uzun süren sıcaklıklarda
yaşayamaz. Büyümesi durmuş hücreler ve su kaybetmiş dokular (örneğin, tohumlar
ve polenler), su içeren ve büyümekte olan vejetatif hücrelere göre çok daha
yüksek sıcaklıklarda yaşayabilirler. Aktif olarak büyüyen dokular 45°C'nin
üzerindeki sıcaklıklarda pek yaşamazken, kuru tohumlar 120°C, bazı türlerin
polenleri ise 70°C'ye karşı koyabilir. Genelde, yalnızca tek hücreli ökaryotlar
50°C'nin üzerindeki sıcaklıklarda yaşam döngülerini tamamlayabilir ve yalnızca
prokaryotlar 60°C'nin üstündeki sıcaklıklarda bölünebilir ve büyüyebilirler.
Periyodik olarak kısa
süreli öldürücü olmayan ısı stresinin uygulanması, çoğunlukla öldürücü
sıcaklıklara karşı toleransı uyarır. Bu olay uyarılmış termotolerans olarak
isimlendirilir. Uyarılmış termotoleransı yöneten mekanizmalar daha sonra
incelenecektir. Daha önce tartışıldığı gibi su ve sıcaklık stresi birbiriyle
ilişkilidir. Bol su bulabilen, pek çok C3 ve C4 bitkisinin sürgünlerinde
evaporasyona bağlı soğuma ile sıcaklığın 45°C'nin altında kalması sağlanır.
Suyun sınırlayıcı olması durumunda, evaporasyonun soğutucu etkisi azalır ve
doku ısınır. Nemli toprakta büyümekte olan genç bitkiler bu genellemenin
dışındadırlar. Bitkiler kurak topraklarda yetişenlere göre, ısı stresine daha
fazla maruz kalabilir. Çünkü nemli ve çıplak toprak, kurak topraklara göre daha
koyu renkli olduğundan, güneş ışığını daha fazla absorblar.
Yüksek Yaprak Sıcaklığı ve Su Kıtlığı Isı Stresine Yol Açar
Opuntia ve Sempervivum
gibi, pek çok CAM ve sukkulent özellik taşıyan yüksek bitki, yüksek
sıcaklıklara uyum sağlamıştır. Bu bitkiler yazın şiddetli güneş ışığı altında
60-65°C'lik doku sıcaklıklarına dayanabilir. CAM bitkileri gündüzleri
stomalarını kapattıklarından, transpirasyonla soğuyamazlar. Bunu yerine, uzun
dalga boylu (kızıl ötesi) ışınları geri yansıtarak güneş ışığından gelen ısıyı
yayar ve ayrıca kondüksiyon ve konveksiyonla ısı kaybederler.
Diğer taraftan, tipik, su
verilmemiş C3 ve C4 bitkileri yaprak sıcaklığını düşürmek için transpirasyonun
soğutucu etkisine bağımlıdırlar. Bu bitkilerde yaprak sıcaklığı, topraktaki su
kıtlığının stomalann kısmen kapanmasına neden olduğu veya yüksek nispi nemin
evaporasyonla soğuma potansiyelini azalttığı gün ortasında, parlak güneş ışığı
altında, hava sıcaklığının 4-5°C üzerine çıkabilir. Doku sıcaklığındaki bu
artışların fizyolojik sonuçlan bir sonraki kısımda incelenecektir.
Gündüzleri yaprak
sıcaklığının artması, kuraklık ve güneş ışığının şiddetli olduğu kurak ve yarı
kurak iklimli bölgelerin bitkilerinde çarpıcıdır. Isı stresi seralarda
potansiyel bir tehlikedir. Çünkü seralarda hava hareketi yavaş ve nemi yüksek
olduğundan yaprak soğuması azalır. Orta düzeydeki bir ısı stresi tüm bitkinin
büyümesini yavaşlatır. Pamuk gibi sulanan bazı bitkiler ısıyı yaymak için
transpirasyonun soğutucu etkisini kullanırlar. Sulanan pamuk bitkisinde,
transpirasyonun soğutucu etkisinin artması nedeniyle verimlilik artar.
Yüksek Sıcaklıklarda, Fotosentez Solunumdan Önce Engellenir
Hem fotosentez hem de
solunum yüksek sıcaklıklarda engellenir; ancak sıcaklık arttıkça fotosentez
hızlan solunum hızlarından önce azalır. Belli bir zaman aralığında,
fotosentez ile fikse edilen CO2 miktarının solunumda serbest bırakılan CO2
miktarına eşit olduğu sıcaklık, sıcaklık kompensasyon noktası olarak
isimlendirilir.
Sıcaklık kompensasyon
noktasının üstündeki sıcaklıklarda; fotosentez, solunumda substart olarak
kullanılmış olan karbonun tekrar kazanılmasını sağlayamaz. Bunun sonucunda,
karbonhidrat rezervleri azalır, meyveler ve sebzeler tadlarını kaybederler.
Fotosentez ve solunum arasındaki bu dengesizlik yüksek sıcaklığın zararlı
etkilerinin başlıca nedenlerinden biridir.
Aynı bitkide sıcaklık
kompensasyon noktası, gölge yapraklarında ışığa (ve ısıya) maruz kalan güneş
yapraklarından genellikle daha düşüktür. Yüksek sıcaklıklarda solunum hızının
fotosentez hızından yüksek olması, C3 bitkilerine C4 ve CAM bitkilerinden daha
fazla zarar verir. Bunun nedeni C3 bitkilerinde hem karanlık solunumu hem de
fotorespirasyonun yüksek sıcaklıklarda artmasıdır.
Düşük Sıcaklıklara Uyum Sağlamış Bitkilerin Yüksek Sıcaklıklara Alışma
Yetenekleri Düşüktür
Belli bir sıcaklığa
kalıtsal olarak uyum sağlamış bitkilerin birbirine zıt sıcaklık aralığına
alışma yeteneği, iki farklı C4 bitkisinin verdiği yanıtlar karşılaştırılarak
anlaşılabilir: Atriplex sabulosa (karapazı, Chenopodiaceae familyası) ve
Tidestromia oblongifolia (Arizona honey- sweet, Amaranthaceae familyası).
A. sabulosa kuzey
Kaliforniya'nın kıyılarındaki soğuk iklimli yerlerde, T. oblongifolia ise, pek
çok bitki türü için öldürücü olan bir sıcaklık rejiminin hüküm sürdüğü,
Kaliforniya, Death Valley'de yaşamaktadır. Bu türler kontrollü bir ortamda
büyütülerek büyüme hızlan sıcaklığın bir fonksiyonu olarak ölçülmüştür. Bu
deneylerde, T. oblongifolia 16°C'de zorlukla büyürken, A. sabulosa maksimum
büyüme hızının %75'ine ulaşmıştır. Bunun aksine, A. sabulosa'nın büyüme hızı
25 ve 30°C arasında azalmaya başlamış ve 45°C'de büyüme durmuştur. Bu
sıcaklıkta T. oblongifolia maksimum büyüme göstermiştir. Açık bir şekilde,
türlerin hiçbiri diğerinin sıcaklık aralığına alışamamıştır.
Yüksek Sıcaklık Zarın Yapısının Kararlılığını Azaltır
Çeşitli hücresel zarların
yapısının kararlılığını koruması üşüme ve donma sırasında önemli olduğu kadar
yüksek sıcaklık sırasında da önemlidir. Yüksek sıcaklıklarda zar lipitlerinin
aşırı akışkan oluşu, zarın fizyolojik işlevinin kaybını gösterir. Zakkum
(Nerium oleander)'un yüksek sıcaklıkta yaşayabilmesi, zar lipitlerindeki
doymuş yağ asitlerinin miktarının fazla olmasının bir sonucudur (Raison ve
ark. 1982). Doymuş yağ asitleri zarlardaki akışkanlığı azaltır.
Yüksek sıcaklıklarda,
zarın akışkan fazının içindeki proteinlerin polar gruplan arasındaki hidrojen
bağlan ve elektrostatik etkileşimleri azalır. Bu nedenle yüksek sıcaklıklar
zarın bileşim ve yapısını değiştirir ve iyonların sızmasına neden olabilir.
Zarlardaki bozulma aynı zamanda, fotosentez ve solunum gibi işlemlerin
engellenmesine de neden olabilir. Çünkü her iki işlem de zarlardaki elektron
taşıyıcıları ve enzimlerin aktivitesine bağımlıdır.
Fotosentez yüksek
sıcaklığa özellikle duyarlıdır Atriplex ve Tidestromia ile yapılan
çalışmalarda, fotosistem Il'deki elektron taşınımının yüksek sıcaklığa karşı
soğuğa uyum sağlamış A. sabulosa'da ısıya uyum sağlamış olan T.
oblongifolia'dan daha duyarlı olduğunu bulmuşlardır. Bu bitkilerde yüksek
sıcaklıklarda ribuloz-l,5-bifosfat karboksilaz, NADP:gliseraldehit-3-fos- fat
dehidrogenaz ve fosfoenolpirüvat karboksilaz'ın A. sabulosa'da T.
oblongifolia'dan daha az kararlı olduğu saptanmıştır.
Bununla birlikte, bu
enzimlerin denatüre olduğu ve aktivitelerini kaybettikleri sıcaklıklar,
fotosentezin azalmaya başladığı sıcaklıklardan belirgin olarak daha yüksektir.
Bu sonuçlar, fotosentezde ısı zararının başlangıç evrelerinin zarın yapısındaki
değişiklikler ve proteinlerdeki genel bir bozulmadan çok, kloroplastlardaki
enerji transfer mekanizmalarının eşleşmesi ile ilişkili olduğunu
göstermektedir.
Bazı Adaptasyonlar Yaprakları Aşırı Isınmaya Karşı Korur
Güneş ışınlarının
şiddetli ve sıcaklığın yüksek olduğu ortamlarda bitkiler güneş ışınlarının
absobsiyonunu azaltarak yapraklarının aşırı ısınmasını önlerler. Bu tür bir
adaptasyon, sıcak ve güneşli ortamlarda önemlidir. Çünkü böyle ortamlarda
transpirasyon yapan bir yaprağın sıcaklık toleransı üst sınırına yakındır. Bu
koşullarda evaporasyonun azalması ya da enerji absorbsiyonun artması sonucunda
yaprağın aşırı ısınması ona zarar verebilir.
Hem kuraklığa hem de
ısıya adaptasyon mekanizmaları aynıdır. Bunlar; yaprakta ışınları yansıtıcı
tüylerin ve mumların varlığı; yaprak kıvrılması; yaprakların dikey
konumlanması; küçük ve parçalı yaprakların üretilmesidir. Küçük ve parçalı yapraklar
smır tabaklarını en aza indirerek konveksiyon ve iletme ile ısı kaybını
maksimuma çıkarırlar. Bazı çöl çalıları -örneğin, beyaz çalı (Encelia
fcırinosa, Compositae familyası)- aşırı ısınmayı savuşturmak için dimorfik
yapraklar üretir. Bu bitkide kışları yeşil ve neredeyse tüysüz olan yaprakların
yerini yazın beyaz tüylü yapraklar alır.
Bitkiler Yüksek Sıcaklıklarda Isı Şoku Proteinleri Üretir
Sıcaklıkta aniden ortaya
çıkan 5-10°C'lik artışlara yanıt olarak bitkiler ısı şoku (HSPSs) olarak
isimlendirilen özgün, bir dizi protein üretirler. HSPs'lerinin çoğu moleküler
şaperonlar olarak etki gösterirler. Isı stresi hücrede enzimler ya da yapısal
bileşenler olarak iş gören pek çok proteinin yanlış katlanmasına neden olur ya
da katlanmasını önler. Bunun sonucunda enzimlerin yapısı bozulur ve
aktiviteleri kaybolur.
Bu tür yanlış katlanmış
proteinler çoğunlukla kümeleşip çökelerek hücrede önemli sorunlar yaratır.
HSPs'ler moleküler şaperonlar olarak iş görür. Ayrıca yanlış katlanmış ve
kümelenmiş proteinlerin uygun bir şekilde katlanmasını sağlar ve yanlış
katlanmasını önler. Dolayısıyla, stresli ortamlarda hücrelerin işlevlerini
sürdürmeleri sağlanır.
Isı şoku proteinleri ilk
olarak sirke sineği (Drosophila melanogaster)'inde keşfedilmiştir. O zamandan
bu yana bitkiler, mantarlar ve mikroorganizmaların yanında, diğer hayvanlar ve
insanlarda bulunmuştur. Örneğin, soya fasulyesi fideleri aniden 25°C'den
45°C'ye getirildiklerinde (öldürücü sıcaklığın hemen altında), hücrede yaygın
olarak bulunan mRNA ve protein dizilerinin sentezi baskı altına alınırken,
sayıları 30 ila 50 arasmdaki diğer proteinler (HSPs)'in transkripsiyonu ve
translasyonu artar. Yeni mRNA transkripsiyonları ısı şokundan 3 ila 5 dakika
sonra oluşur (Sachs ve Ho 1986).
Bitkilerde ısı şoku
proteinleri doğada nadiren görülen ani sıcaklık değişimleri 25 ila 45°C
altında belirlenmiş ise de, doğal ortamdaki gibi sıcaklığın göreceli olarak
artmasıyla da sentezlenmektedirler. Ayrıca bitkilerde tarla koşullarında da
oluşmaktadırlar. Bazı HSPs'leri stressiz ortamda bulunan hücrelerde de oluşur.
Hücredeki bazı önemli proteinler HSPs'lerine homolog olmakla birlikte,
sıcaklık stresine yanıt olarak oluşmaz (Vierling 1991).
Bitkiler ve diğer
organizmaların pek çoğu sıcaklıktaki artışları altında farklı büyüklükte
HSPs'ler üretirler. HSPs'lerinin moleküler kütleleri 15 ila 104 kDa
(kilodalton) arasında değişir. Büyüklüklerine göre beş sınıfa ayrılırlar.
Nukleus, mitokondri, kloroplastlar, endoplazmik retikulum ve sitoplazmada
farklı HSPs'ler bulunur. Moleküler şaperonlar olarak iş gören HSP60, HSP70,
HSP90 ve HSP100 grupları proteinlerin ATP'a bağımlı kararlılıklarının
sürmesinde, katlanmalarında ve oligomerik proteinlerin bir araya
toplanmalarında rol alırlar. Bazı HSPs'leri polipeptidlerin zarlardan hücredeki
çeşitli bölmelere taşınımına yardım ederler. HSP90 hayvan hücrelerindeki hormon
reseptörleri ile ilgili olup, onların aktifleşmesi için gereklidir. Bununla
birlikte, bitkilerle ilgili karşılaştırılmalı bilgi yoktur.
Düşük moleküler ağırlıklı
(15-30 kDa) HSPs'leri yüksek bitkilerde diğer organizmalardan daha fazladır.
Bitkilerin beş ila altı sayıda düşük moleküler ağırlıklı HSPs'leri
içermelerine karşın, diğer ökaryotlarda yalnızca bir sınıf bulunur (Buchanan ve
ark. 2000). Bitkilerde sitoplazma, kloroplastlar, ER ve mitokond- rilerde 15-30
kDa moleküler ağırlıklı HSPs'lerinin farklı sınıfları (smHSPs) dağılım
gösterirler. Bu küçük HSPs'lerin işlevleri iyi bilinmemektedir.
HSPs'leri sentezlemek
için uyarılmış hücrelerde sıcaklık toleransı artar ve öldürücü sıcaklıklara
dayanabilirler. HSPs'lerinin bazıları yüksek sıcaklık stresine özgü değildir.
Su kıtlığı, ABA uygulaması, yaralanma, düşük sıcaklık ve tuzluluk gibi çok
farklı çevresel stresler bu tür HSPs'lerini uyarabilirler. Dolayısıyla, önceden
herhangi bir strese maruz kalmış olan hücreler başka bir strese karşı
kendilerini koruyabilirler. Nitekim ısı şokunun (38°C'de 48 saat); 21 günlüğüne
2°C'lik bir düşük sıcaklıkta yetiştirilen domates bitkilerinde HSP birikimini
arttırdığı ve hücreleri düşük sıcaklığa karşı koruduğu saptanmıştır.
Isı Şoku Altında Bir Transkripsiyon Faktörü HSP Birikimini Yönetir
Hücrelerin tümü, yapısal
olarak ifade olan ve HSPs'leri gibi iş gören moleküler şaperonlar içermektedir.
Bu şaperonlar ısı şoku benzeri proteinler olarak isimlendirilirler. Bununla
birlikte, hücreler stres oluşturan ancak öldürücü olmayan ısıya maruz kalınca,
HSPs'lerin sentezi belirgin biçimde artarken diğer proteinlerin
transkripsiyonları dramatik olarak azalır ya da durur. Isı şokuna verilen bu
yanıta, HSPmRNA'nın transkripsiyonu üzerinde iş gören, özgün bir
transkripsiyon faktörünün (HSF) aracılık ettiği sanılmaktadır.
Isı stresi yokluğunda
HSF, DNA'e bağlanamayan ve transkripsiyonu yönlendiremeyen monomerler halinde
bulunur (Şekil 25.11). Stres, monomerlerin trimerlere dönüşmesine neden olur.
Trimerler ancak bundan sonra ısı şoku elementleri (HSEs) olarak ifade edilen,
DNA'daki özel dizi elementlerine bağlanabilirler. Trimerik HSF HSE'ye
bağlandıktan sonra fosforlanır ve HSP mRNA'larının transkripsiyonunu arttırır.
Daha sonra HSP70 HSF'ye bağlanarak HSF/HSE kompleksinin ayrışmasını sağlar.
Bundan sonra HSF yeniden monomerik HSF formuna dönüşür. Böylece, HSF'nin
etkisiyle, HSPs HSF'e bağlanacak bolluğa erişir ve HSPmRNA üretiminin durmasmı
sağlar.
Isı Şoku Proteinleri Sıcaklığa Tolerans Gösterilmesinde Rol Alırlar
Bitkilerde sıcaklık
toleransını uyaran koşullar HSPs'lerinin birikimini uyaran koşullarla benzeşir;
ancak bu ilişki, tek başına, HSPs'lerinin ısı stresine alışmada önemli bir rol
oynadıklarını kanıtlamaz. Arabidopsis'te, aktifleşmiş bir HSF'nin ifade
olmasının HSPs'lerinin sentezini uyardığı ve sıcaklığa karşı toleransını
arttırdığı gösterilmiştir. HSP70 sentezini azaltıcı bir antisens DNA dizisi
içeren Arabidopsis bitkileri ile yapılan çalışmalar, mutant bitkilerin normal
sıcaklıklarda büyüyebildiklerini, ancak tolere edebildikleri aşırı yüksek
sıcaklığın 2°C azaldığını göstermiştir (Lee ve Schoeffl 1996).
Üretilen tüm HSPs'lerinin
sentezlenememesinin bitkinin sıcaklık toleransını dramatik olarak
kaybettireceği ileri sürülmüştür. Hem Arabidopsis mutantları (Hong ve Vierling
2000) hem de transgenik bitkilerle yapılan diğer çalışmalar, en azından
HSPlOl'in, bitkilerde hem yapısal hem de uyarılmış sıcaklık toleransının
kritik bir elemanı olduğunu göstermiştir.
Sitoplazmik Kalsiyum, Isı Stresine Adaptasyona Aracılık Eder
Metabolik yollarda yer
alan çeşitli enzimlerin sıcaklığa yanıtları farklı olabilir. Sıcaklığa bağlı,
kararlılıkta görülen bu farklılıklar metabolizmadaki özel basamakları
etkileyebilir. Bu etki, HSP'lerinin moleküler şaperon kapasiteleri ile
enzimlerin aktivitesini iyileştirilmelerinden önce ortaya çıkar. Bu nedenle ısı
stresi bazı metabolitlerin birikimine, diğerlerinin ise azalmasına yol açarak
metabolizmayı değiştirebilir. Bu tür değişiklikler metabolik yolların işlevini
dramatik bir şekilde değiştirebilir ve düzeltilmesi zor dengesizliklere neden
olabilir.
Ayrıca ısı stresi,
protonların üretildiği ya da tüketildiği metabolik reaksiyonların hızını değiştirebilir
ve protonları sitoplazmadan apoplasta ya da vakuollere pompalayan ATPaz'ların
aktivitesini etkileyebilir. ATPazların
akivitelerinin etkilenmesi stres sırasında asitleşmeye neden olur. Asitleşme
ise başka metabolik bozukluklara yol açar. Hücreler, ısı stresinin metabolizma
üzerindeki bu tür etkilerini iyileştiren metabolik iyileştirme mekanizmalarına
sahiptir.
Proteinik olmayan bir
amino asit olan y-amino- bütirük asit (GABA) biriktirilmesi, ısı stresine
alışma mekanizmalarından biridir. GABA, stres altında bulunmayan bitkilere
göre ısı stresine maruz kalmış bitkilerde, altı ila on kat artar. GABA,
glutamat dekarboksilaz (GAD) enzimi tarafından, tek bir reaksiyon ile
L-glutamat amino asitinden sentezlenir. GAD, akti vitesi, kalmodulin tarafından
yönlendirilen birkaç enzimden biridir. Kalmodulin, kalsiyumca aktifleştirilen
düzenleyici bir proteindir, Kalsiyumca aktifleştirilen kalmodulin GAD'ı
aktifleştirir ve GABA'in biyosentez hızını artırır (Snedden ve ark. 1995).
Kalsiyumu algılayıcı bir protein olan aequorin genine sahip transgenik
bitkilerde yüksek sıcaklık stresinin sitoplazmadaki kalsiyum düzeylerini
arttırdığı gösterilmiştir. Bu artışlar, kalmodulinin yönlendirdiği GAD'ı
aktifleştirmiş ve GABA birikimini sağlamıştır.
GABA memelilerin beyin
dokusunda önemli bir sinyal molekülü olmasına karşın, bitkilerde bir sinyal
molekülü olduğuna ilişkin kanıt yoktur. GABA'in ısı stresine direnç
gösterilmesindeki olası işlevi araştırılmaktadır.
UŞUTUCU VE DONDURUCU SICAKLIKLAR
Üşütücü sıcaklıklar
normal büyüme için çok düşük olmakla birlikte, buz oluşturmak için yeterli
değildir. Tropik ve subtropik türler üşütücü sıcaklıklara duyarlıdır. Kültür
bitkileri arasında mısır, fasulye, pirinç, domates, salatalık, tatlı patates ve
pamuk düşük sıcaklıklara duyarlıdır. Passiflora, Cokus ve Gloxinia ise duyarlı
süs bitkileri arasındadır.
Nispeten yüksek
sıcaklıklarda (25 ila 35°C) yetişen bitkiler 10 ila 15°C'ye getirildiklerinde
üşüme zararı oluşur: Büyüme yavaşlar, yapraklarda renk kaybı ya da lezyonlar oluşur
ve yapraklar uzun süre suda bırakılmış gibi ıslak bir görünüm alırlar. Kökler
düşük sıcaklığa maruz kalınca bitki solabilir.
Üşütücü sıcaklıklara
duyarlı bitkilerin düşük sıcaklıklara verdikleri yanıtlar değişiklik gösterir.
Yüksek enlemle ilişkili, bağlı düşük sıcaklıklara karşı oluşan kalıtsal
adaptasyon, üşümeye karşı direnci artırır. Ayrıca bitkiler, önceden düşük,
ancak zarar oluşturmayan sıcaklıklara maruz bırakıldıklarında dirençleri
artar. Alışma, yavaş ve göreceli ise düşük sıcaklık zararı en aza iner. Isı
şoku olarak isimlendirilen, 0°C'ye yakın sıcaklıklara aniden maruz bırakma,
zarar riskini çok arttırır.
Diğer yandan donma
zararı, suyun donma noktasının altındaki sıcaklıklarda oluşur. Üşütücü
sıcaklıkta olduğu gibi, donmaya karşı toleransın uyarılması için belli bir süre
düşük sıcaklıklara alışmak gerekir.
Aşağıda, üşütücü
sıcaklığının zarın yapısını nasıl değiştirdiğini ve buz kristallerinin
hücrelere ve dokulara nasıl zarar verdiğini tartışacağız. Ayrıca, ABA'in
genlerin ifade olmasının ve protein sentezinin donmaya karşı aracılık ettiğini
inceleyeceğiz.
Düşük (Üşüten) Sıcaklık Zararı Zarın Özelliklerini Değiştirir
Düşük (üşüten)
sıcaklıktan zarar gören bitkilerin yapraklarında fotosentez azalır,
karbonhidrat taşınımı yavaşlar, solunum hızı düşer, protein sentezi engellenir
ve mevcut proteinlerin parçalanma hızı artar. Bu yanıtların tümü, üşüme
sırasında zarın işlev kaybına bağlıdır.
Örneğin, sıcaklığı 0°C
sıcaklıktaki bir suda yüzdürülen, üşütücü sıcaklıklara duyarlı Passiflora
maliformis yapraklarından çözünmüş maddeler sızarken, dirençli Passiflora
caerulea (çarkıfelek çiçeği)'da bu tür maddeler hücrenin içinde kalmıştır.
Çözünmüş maddelerin dışa akması plazma zarının, olasılıkla da tonoplastın zarar
gördüğünü göstermektedir. Fotosentez ile solunumun engellenmesi ise kloroplast
ve mitokondri zarlarının zarar gördüğünü gösterir.
Zarlar neden düşük
sıcaklıklardan etkilenmektedir? Proteinler ve steroller, bir çift lipit
tabakadan oluşan bitki zarlarının içine girer. Lipitlerin fiziksel
özellikleri, H+-ATPazTarın, taşıyıcıların ve metabolizmanm bağımlı olduğu
enzimlerin taşmımını etkiler. Ayrıca, iyonların ve diğer çözünmüş maddelerin
(Bkz. 6. Bölüm) taşınımını düzenleyen, kanal biçimindeki proteinler dahil,
integral zar proteinlerinin aktivitesini etkiler.
Üşütücü sıcaklıklara
duyarlı bitkilerde, çift tabakadaki zar lipitlerinde doymuş yağ asidi oram
yüksektir. Bu tür zarlar 0°C'nin oldukça üzerindeki sıcaklıkta, yarı kristal
haldedirler. Çift bağ içermeyen doymuş yağ asitlerinin ve trans-tekli doymuş
yağ asitleri içeren lipitlerin, doymamış yağ asitleri içeren lipitlerden
oluşan zarlara göre, daha yüksek sıcaklıklarda katılaştığını unutmayınız.
Zarların akışkanlığı
azaldıkça, içerdikleri proteinler normal işlevlerini yerine getiremez. Bunun
sonucunda, H'-ATPaz'ın aktivitesi, hücre içine ve dışına çözünmüş madde
taşınımı, enerji iletimi ve enzime bağımlı metabolizmanm engellenir. Ayrıca,
düşük sıcaklıklara duyarlı bitkiler yüksek foton akışlarına ve üşütücü
sıcaklıklara maruz bırakıldıklarında ışık tarafından engellenir. Bunun
sonucunda fotosentez yapan makine akut zarar görür.
Üşütücü sıcaklığa
dirençli bitkilerin zar lipitlerindeki doymamış yağ asitlerinin oranı, üşütücü
sıcaklıklara duyarlı bitkilerinkinden fazladır. Düşük sıcaklılara alışma
sırasında desatüre sağlayan enzimler ve doymamış lipitlerin oranı artar. Bu
değişiklik, zar lipitlerinin yarı akışkan bir halden yarı kristal hale geçtiği
sıcaklığı düşürür. Böylece, zarların düşük sıcaklıklarda akışkan kalması
sağlanır. Dolayısıyla yağ asitlerinin desatürasyonu düşük sıcaklık zararına
karşı bir ölçüde koruma sağlar.
Zar lipitlerinin düşük
sıcaklıklara direnç gösterilmeşindeki önemleri, mutant ve transgenik bitkilerde
gösterilmiştir. Bu bitkilerde belli enzimlerin aktivitesi, düşük sıcaklığa uyum
sağlamadan bağımsız olarak, zar lipitlerinin bileşiminde özel değişikliklere
yol açar. Örneğin, erime noktası yüksek olan (doymuş) zar lipitlerini
arttırmak için Escherichia coli'den Arabidopis'e bir gen aktarılmıştır. Bu gen,
geni değiştirilmiş bitkilerin düşük sıcaklığa duyarlılıklarını büyük ölçüde
arttırmıştır.
Benzer şekilde,
Arabidopsis'in fabl mutantları, özellikle 16:0 olmak üzere, doymuş yağ asidi
oranlarını arttırmıştır. 3 ila 4 hafta süreyle düşük sıcaklıklara maruz
bırakılan bu mutantta fotosentez ve büyüme göreceli olarak engellenmiş ve
sonuçta kloroplastlar parçalanmıştır. Üşütücü olmayan sıcaklıklarda ise, bu
mutant, yabani tipteki kontrol bitkiler kadar büyüme göstermiştir.
Buz Kristallerinin Oluşması ve Su Kaybı Hücrelerin Ölümüne Neden Olur
Doğal koşullar altında
dondurucu sıcaklıklara tolerans gösterme yeteneği dokular arasında büyük
farklılık gösterir. Tohumlar, su kaybetmiş diğer dokular ve mantar sporları
mutlak sıfır yakınındaki sıcaklıklarda (0 K, ya da -273°C) sınırsız
korunabilirler. Bu durum, aslında çok düşük sıcaklıkların zararlı olmadığını
gösterir.
Hiç su kaybetmemiş
vejetatif hücreler, hücre içi organelleri parçalayabilen, büyük ve yavaş
büyüyen buz kristallerinin oluşumunu engelleyecek çabuklukta soğutulunca
canlılıklarını koruyabilmektedirler. Hızlı donma sırasında oluşan buz
kristalleri mekaniksel zarar oluşturmayacak kadar küçüktür. Bunun aksine, küçük
buz kristallerinin zarar verecek boyuta ulaşmasını ya da süblimleşme ile su
buharı kaybım önlemek için, donmuş dokunun hızla ısıtılması gerekir. Bunların
her ikisi de orta derecedeki sıcaklıklarda (-10 ila -100°C) gerçekleşir.
Doğal koşullar altında,
bütünlüğü bozulmamış, çok hücreli bitki organları hücrelerde küçük ve zararsız
buz kristalleri oluşmasını sağlayacak kadar hızlı soğumazlar. Buz çoğunlukla,
ilk olarak hücreler arası boşluklarda ve trakelerde oluşur. Trakelerdeki
buzlanma giderek yayılır. Buz oluşumu dirençli bitkiler için öldürücü
değildir. Eğer ısıtılırsa doku tamamen eski haline döner. Bununla birlikte,
bitkiler uzun süre dondurucu sıcaklıklara maruz bırakılırsa, hücreler arasında
oluşan buz kristalleri protoplazmadaki suyun buz kristallerinin bulunduğu
hücrenin dışına akmasına neden olur. Böylece hücre çok su kaybeder.
Hızlı donma sırasında,
vakuol dahil, protoplast aşırı soğur; yani, hücre içindeki su teorik donma
noktasının birkaç derece altındaki sıcaklıklarda sıvı halde kalır. Bir buz
kristalinin oluşması için birkaç yüz molekül gerekir. Yüzlerce su molekülünün
kalıcı bir buz kristali oluşturmak için başlattığı bu işlem buz çekirdeklenmesi
olarak isimlendirilir. Buz çekirdeklenmesi bu işlemde yer alan yüzeylerin
özelliklerine çok bağlıdır. Buzlanmayı kolaylaştıran bazı büyük
polisakkaritler ve proteinler buz çekirdeği oluşturucularıdır.
Bakteriler tarafından
üretilen bazı buz çekirdeği oluşturucuları, proteinin içindeki amino asit
dizileri boyunca su moleküllerinin bir araya toplanmasını sağlayarak buz
çekirdeklenmesini kolaylaştırır. Bitki hücrelerinde, buz kristalleri, içsel
buz çekirdeği oluşturucularından gelişmeye başlar. Daha sonra, hücre içindeki
nispeten büyük buz kristalleri hücreye büyük zarar verir. Büyük buz
kristalleri çoğunlukla öldürücüdür.
Buz Oluşumunun Sınırlandırılması Donmaya Karşı Toleransı Arttırır
Özelleşmiş bazı bitki
proteinleri, oluşumunu engelleyerek buz kristallerinin büyümesini önler. Bu
etki, suyun donma noktasının düşürülmesinden bağımsız olup, çözünmüş maddelerin
varlığına bağlı oluşur. Düşük sıcaklıklar altında oluşan bu antifriz
proteinleri, buz kristallerinin yüzeylerine bağlanarak onların büyümesini
engeller.
Çavdar yapraklarında
antifriz proteinler hücreler arası boşlukları kuşatan hücrelerde bulunur.
Dolayısıyla epidermis hücrelerinde ve hücrenin dışında buz oluşumunu
engellerler. Bitkiler ve hayvanlarda buz kristallerinin oluşumu benzer
mekanizmalarla sınırlandırlabilir. Arabidopsis'te düşük sıcaklık ile uyarılan
bir gen, kış dilbalığında bir antifriz proteini kodlayan bir genin eşdeğeri bir
DNA'ya sahiptir. Antifriz proteinleri daha sonra ayrıntılı incelenecektir.
Şekerlerin ve düşük
sıcaklığın uyardığı bazı proteinlerin soğuğa karşı koruyucu (Kryoprotektif,
cryo = 'soğuk') etkileri olduğu sanılmaktadır; bu proteinler düşük sıcaklığın
uyardığı su kaybı sırasında proteinlerin ve zarların kararlılığını
arttırmaktadır. Kışlık buğdayda sakkaroz konsantrasyonundaki artış, donmaya
karşı toleransı arttırır. Sakkaroz donmaya karşı toleransın oluşmasında yer
alan başlıca şekerdir. Sakkaroz bağlaşık (koligatif) olarak iş görür; ancak
bazı türlerde rafinoz, fruktanlar, sorbitol ya da mannitol benzer işlevi görür.
Kışlık tahılların soğuğa
alışırken, hücre çeperlerinde çözünebilir şekerler birikerek buz büyümesini
sınırlandırırlar. Soğuğa alıştırılmış lahana (Brassica oleraceae)
yapraklarından soğuğa karşı koruyucu bir glikoprotein izole edilmiştir. Bu
protein in vitro'da, soğuğa alışmamış ıspanak (Spinacia oleracea)
yapraklarını donma zararına karşı korumuştur.
Bazı Odunsu Bitkiler Çok Düşük Sıcaklıklara Alışabilirler
Bazı odunsu bitkiler uyku
halindeyken düşük sıcaklıklara çok dirençlidirler. Direnci kısmen, önceden
soğuğa alışıp alışmama belirler; ancak kalıtsal özelliklerde düşük
sıcaklıklara toleransın boyutunun belirlenmesinde önemli bir rol oynar. Kuzey
Amerika'nın kuzeyinde daha soğuk iklimlere özgü Prunus türlerinin (kiraz, erik
ve benzeri meyveler) direnci, sıcak iklimlerden gelen meyvelere göre soğuğa
alıştırıldıktan sonra artmıştır. Bu türlerin laboratuvar ortamında hücre içi
buzlanmayı savuşturma yeteneklerinin daha büyük olduğu gösterilmiştir (Burke
ve Stushnoff 1979). Bu, belirgin bir kalıtsal farklılık olduğunu
göstermektedir.
Doğal koşullar altında,
odunsu bitkilerin soğuğa alıştıkları iki belirgin evre mevcuttur (Weiser 1970):
1.Birinci evrede direnç,
kısa günler ve dondurucu olmayan düşük sıcaklıklar tarafından uyarılır. Her iki
etmen büyümeyi durdurmak için birleşirler. Bu sırada bitkinin alışma yeteneğini
arttıran ve difüzyonla geçebilen bir faktör (olasılıkla ABA)'ün yapraklardan
gövdelere flöem aracığılıyla taşındığı sanılmaktadır. Ayrıca, odunsu türler bu
dönemde trakelerden suyu çekerler. Trakelerden suyun çekilmesi, sonradan
oluşacak donma sonucunda gövdelerin çapının genişleyerek parçalanmasını önler.
Alışmanın birinci evresindeki hücreler 0°C nin çok altındaki sıcaklıklarda
yaşayabilmekle birlikte tamamen direnç kazanmazlar.
2.İkinci evrede uyarı,
doğrudan donma etkisiyle oluşur; bilinmeyen bir taşınabilir faktör donmaya
karşı direnç sağlayabilir. Bu direnç donmanın etkisiyle gelişir. Hücreler tam
direnç kazanınca -50 ila -100°C'lik sıcaklıklara direnç gösterebilirler.
Süper Üşüme ve Su Kaybının Azaltılması Dondurucu Sıcaklıklara Direnç
Sağlar
Kanada'nm güneydoğusu ile
Amerika Birleşik Devletlerinin doğusundaki pek çok orman ağacında donmaya
karşı alışma, teorik donma noktasının altındaki sıcaklıklarda buz
kristallerinin oluşumunun engellenmesi sonucu gerçekleşir. Bu derin süper
soğuma; meşe, karaağaç, akçaağaç, kayın, dişbudak, ceviz, karya, gül, orman
gülü, elma, ayva, şeftali ve erik gibi türlerde görülür. Ayrıca derin süper
soğuma, Kolorado, Rocky Mountains'te yaşayan Engelman ladini (Picea
engehnannii) ve subalpin köknarı (Abies lasiocarpa) gibi ağaç türlerinde de
oluşur.
İlkbaharda büyüme
başlayınca donmaya karşı direnç hızla zayıflar (Becvvar ve ark. 1981). Süper
derin soğuma geçiren ve Mayıs'ta -35°C'nin altında canlı kalan subalpinik
göknar'ın gövde dokuları Haziran'da buz oluşumunu engelleyememekte ve -10uC'de
ölmektedir.
Hücreler yalnızca,
-40°C'de süper soğuma gösterirler. Bu sıcaklıkta buzlanma kendiliğinden
oluşur. Kendiliğinden buz oluşumu bir düşük sıcaklık sınırının oluşmasına neden
olur. Bu smırda, derin süper soğuma gösteren pek çok alpin ve subalpin tür
yaşamını sürdürebilir. Ayrıca bu sınır, sıradağlarda orman yüksekliğinin
neden -40°C izotermi yakınında olduğunu açıklar.
Hücrenin protoplazması
süper soğuma sırasında buz oluşumu için gerekli çekirdek oluşumunu baskı altına
alır. Ayrıca, hücre çeperi, hem buzun hücreler arasmdan çepere doğru büyümesini
hem de buhar basıncı gradiyentine bağlı olarak, sıvı haldeki suyun
protoplazmadan hücreler arasındaki buzlu bölgeye çıkışım önler (Wisniewski ve
Arora 1993).
Pek çok çiçek tomurcuğu
(örneğin üzüm, yaban mersini, şeftali, azelya ve çiçekli Cornus gibi) derin
süper soğuma ile kışın yaşayabilir. İlkbaharda çiçek tomurcuklarının donmaya
karşı toleransının azalması nedeniyle özellikle şeftalide ciddi ekonomik
kayıplar oluşur. Bu durumda hücreler daha uzun süre süper soğuma gösteremez ve
tomurcuk pullarındaki hücrelerin dışında oluşan buz kristalleri apikal
meristemlerden suyu çekerler. Bunun sonucunda çiçek tomurcukları susuz
kalarak ölürler.
Elma ve ayvanm çiçek
tomurcukları, ılıman kuşakta yaşayan tüm meyvelerin vejetatif tomurcuklan ve
bu ağaçların kabuklarındaki canlı hücreler süper soğuma göstermezler; ancak bu
yapılar hücre dışı buz oluşumuna bağlı su kaybına karşı koyarlar. Özellikle
Kanada'nm kuzeyi, Alaska, Avrupa'nın kuzeyi ve Asya'da bulunan türler olmak
üzere, yıllık minimum sıcaklık ortalaması -40°C'nin altında olan odunsu
türlerin hücreleri su kaybına karşı çok dirençlidirler.
Hücreler arası alanlarda
buzlanma -3 ila -5°C'de başlar. Bu sırada kristaller büyümeye devam eder.
Donmayan protoplazmadan suyun göreceli olarak dışarı çıkması buzlanmayı
besler. Dondurucu sıcaklığa direnç, hücreler arası boşlukların büyüyen buz
kristallerine yer bulabilme kapasitesi ve protoplazmanın su kaybına karşı
koyma yeteneğine bağlıdır.
Protoplasttan göreceli
olarak su kaybı ile birlikte hücreler arası alanlarda kristal oluşumunun
sınırlandırılması, donmaya karşı dirençli bazı odunsu bitkilerin büyüme
mevsiminde aynı zamanda neden su kıtlığına da dirençli olduğunu açıklayabilir.
Örneğin, söğüt (Sa- lix), beyaz huş (Betula papyrifera), titreyen kavak (Pop
ulus tremuloides), pin kirazı (Prunus pensylvanica), yabani kiraz (Prunus
virginiana) ve lodgepole çamı (Pinus contorta) hücreler arası boşluklarda buz
kristallerinin oluşumunu sınırlandırarak çok düşük sıcaklıklara direnç
gösterebilir. Bununla birlikte direncin kazanılması, yavaş soğuma ve hücreler
arasında buzun oluşumunun göreceli oluşması ve de protoplasttan su kaybına
bağlıdır. Bitkinin tamamen alıştırılmadan aniden çok düşük sıcaklıklara maruz
kalması, hücre içinde buz oluşumuna ve hücrenin ölümüne neden olur.
Yaprak Yüzeyinde Yaşayan Bazı bakteriler Donun Etkisiyle Oluşan Zararı
Arttırır
Yapraklar -3 ila
-5"C'lik sıcaklıklarla maruz bırakılınca, Pseudomonas syringae ve
Erıvinia herbicola gibi doğal olarak yaprak yüzeyinde yaşayan belli bakteriler
yüzeyde buz oluşumunu hızlandırır. Bu bakteriler buz oluşumu için çekirdek
işlevi görür. Dona duyarlı yapraklara bu bakteri kültürleri verildiğinde,
bakterisiz yapraklara göre, daha yüksek sıcaklıklarda donmaktadırlar.
Yüzeydeki buz hızla yaprağın içindeki hücreler arası boşluklara yayılarak
hücrelerde su kaybına neden olmaktadır.
Bakteri ırklarının
kalıtımları değiştirilerek çekirdek oluşturma özellikleri kaybettirilebilir.
Bu tür ırklar, doğal bakteri ırkları ile rekabet etmek üzere, çilek gibi dona
duyarlı bitkilerin yapraklarına ticari olarak uygulanmaktadır. Böylelikle,
potansiyel buz oluşumu için gerekli çekirdek oluşumu en aza inmektedir.
ABA ve Protein Sentezi Donmaya Karşı Alışmada Yer Alır
Önceden düşük sıcaklık
uygulaması ya da düşük sıcaklık uygulanmaksızın dıştan ABA uygulaması adi
yonca (Medicago sativa L.)'nın -10°C'de donmaya karşı toleransını büyük ölçüde
artmıştır. Bu uygulamalar iki boyutlu jelde çözümlenebilen yeni sentezlenmiş
proteinlerin özelliğinde değişikliğe neden olmaktadır. Bu değişikliklerden
bazıları belli bir uygulamaya (soğuk ya da ABA) özgüdür, ancak soğuk tarafından
uyarılan yeni sentezlenmiş bazı proteinlerin ABA ya da orta şiddetteki su
kıtlığı ile uyarılanlarla aynı olduğu görülmektedir.
Donmaya karşı toleransın
oluşması için protem sentezi gereklidir. Toleransın oluşması için, gen
ifadesindeki değişimler sonucunda belli bazı proteinler birikir. Bu
proteinlerle ilgili genlerin izole edilmesiyle düşük sıcaklığın uyardığı
proteinlerden bazılarının RAB/LEA/DHN (sırasıyla, ABA'e yanıt veren, embriyonun
son döneminde bollaşan dehidrin) protein ailesi ile benzerlik gösterdiğini
ortaya koymuştur. Daha önce ozmotik stres tarafından gen düzenlenmesi ile
ilgili bölümde açıklandığı gibi bu proteinler ozmotik stres gibi farklı
streslere maruz kalan dokularda birikmektedir. Bu proteinlerin işlevleri
araştırılmaktadır.
ABA'in donmaya karşı
toleransı uyardığı sanılmaktadır. Kışlık buğday, çavdar, ıspanak ve Arabidop-
sis thaliana gibi tümü soğuğa toleranslı olan bitkiler su kıtlığına karşı
direnç kazandıklarında donmaya karşı toleransları da artmaktadır. Donmaya
tolerans orta şiddetteki su kıtlığı altında alışmanın mümkün olmayan
sıcaklıklarda ya da düşük sıcaklıklarda artmaktadır. Bu koşulların her ikisi
de yapraklarda ABA konsantrasyonunu artırmaktadır.
Bitkilere ABA
uygulandığında, alışılması mümkün olmayan sıcaklıklarda donmaya karşı tolerans
gelişmektedir. Düşük sıcaklıklarda ya da su kıtlığı altında ifade olan pek çok
gen ve protein, aynı zamanda alışılması mümkün olamayan sıcaklıklarda, ABA tarafından
uyarılmaktadır. Bütün bunlar, donmaya karşı toleransta ABA'in rolünü
desteklemektedir.
ABA'e duyarsız (abil) ya
da ABA eksik (abal) olan Arabidopsis mutantları düşük sıcaklıklarda donmaya
alışamamaktadır. Bununla birlikte yalnızca abal'e ABA uygulandığında donmaya
karşı tolerans gelişmektedir (Mantyla ve ark. 1995). Diğer taraftan, düşük
sıcaklıkla uyarılan genlerin tümü ABA'e bağımlı değildir. ABA'm uyardığı
genlerin ifade olmasının donmaya karşı toleransın oluşması için bir ölçüt olup
olmadığı henüz kesinleşmemiştir. Örneğin, çavdar başakları üzerinde yapılan
çalışmalarda, başakların %50'sinde ölüme neden olan sıcaklığın (LT50) 25°C'de
yetiştirilen kontroller için -2 ila -5°C, ABA uygulanan başaklar için -8°C,
2°C'de alıştırılanlar için ise -28°C olduğu saptanmıştır.
Dolayısıyla dıştan ABA
uygulaması, donmaya alışmada düşük sıcaklıklar kadar, etkili olmamaktadır.
Bromus inermiş'in hücre kültürlerinin donmaya karşı toleranslan ABA uygulaması
ile dramatik biçimde artmıştır. 25°C'de yetiştirilen kontrol bitkiler -9°C'de
yaşayabilirken, 7 gün süreyle ABA uygulaması, donma toleransını -40"C'ye
çıkarmıştır (Gutsa ve ark. 1996).
Tipik olarak, donmaya
karşı toleransın tamamen uyarılabilmesi için en az birkaç günlük düşük
sıcaklık uygulaması gerekir. Patates bitkisi 15 günlük bir soğuk uygulamasına
gereksinim duymaktadır. Diğer yandan bitkiler tekrar ısıtıldıklarında, donmaya
karşı toleranslarmı hızla kaybederek 24 saat içinde yeniden duyarlı hale
gelmektedirler.
Üşüme ve donmaya
alışmanın uyarılması için düşük sıcaklık gereksinimi ve ısınma sonucunda
alışmanın hızla kaybedilmesi, kış aylarında, Amerika Birleşik Devletlerinin
doğusunda, aşın sıcaklıklara (ve kışlan oldukça değişken olan benzer iklimli
bölgelerde) karşı bitkilerin duyarlılığını açıklamaktadır. Bu bölgede hava
sıcaklığı birkaç saatte 20 ila 25°C'den 0°C'ye düşmektedir.
Soğuğa Alışma Sırasında Çok Sayıda Gen İfade Olur
Belli genlerin ifade
olması ve özel proteinlerin sentezlenmesi, hem ısı stresi hem de soğuk stresi
için ortak olmakla birlikte, genlerin soğukta ifade olması bazı yönlerden ısı
stresinin bu yöndeki etkisinden farklıdır (Thomashow 2001). Soğuk dönemlerde
'housekeeping' proteinlerin (stres yokluğunda yapılan proteinler) sentezi ile
ilgili genlerin ifadesi azalmazken, ısı stresi sırasında housekeeping protein
sentezi önemli ölçüde durmaktadır.
Diğer taraftan, moleküler
şaperonlar olarak iş gören bazı ısı şoku proteinleri ile ilgili genlerin
ifadesi hem ısı stresi hem de düşük sıcaklık stresi altında artmaktadır. Bu
durum, hem ısı hem de soğuk stresi sırasmda proteinlerin yapısının bozulduğunu
ve hem sıcaklık hem de soğuk dönemlerde proteinlerin kararlılığının sürmesini
sağlayan mekanizmaların yaşamın devamı için önemli olduğunu göstermektedir.
Soğuk stresine bağlı
olarak daha fazla ifade olan diğer önemli protein sınıfı antifriz
proteinleridir. Antifriz proteinleri ilk kez kutuptaki buzullar altında yaşayan
balıklarda keşfedilmiştir. Daha önce tartışıldığı gibi, bu proteinler
kristallerin bir araya gelmesini engelleyerek buz oluşumu önler. Böylece orta
şiddetteki dondurucu sıcaklıklarda donma zararmı engeller. Antifriz
proteinleri akıcı çözeltiye termal histerezis özelliği (katidan sıvıya geçişe
göre sıvıdan katiya geçiş, daha düşük bir sıcaklıkta artar) sağlamaları nedeniyle
bazen termal histerezis proteinleri (THP) olarak isimlendirilir.
Soğuğa alıştırılmış, kış
mevsimine dirençli bazı monokotillerde düşük sıcaklıkla uyarılan birkaç tip
antifriz proteini keşfedilmiştir. Bu proteinleri kodlayan spesifik genler
klonlanmış dizi analizi yapıldıktan sonra, tüm antifriz proteinlerin
endokitinaz ve endonükleaz gibi proteinler sınıfına ait oldukları bulunmuştur.
Endokitinaz ve Endonükleazlar çeşitli patojenlerin enfeksiyonu ile uyarılır.
Patojen ilişkili (PR) proteinler olarak isimlendirilen bu proteinlerin
bitkileri patojenlere karşı koruduğu düşünülmektedir. Bu nedenle, antifriz ve
patojen ilişkili olmak üzere, bu proteinlerin iki farklı rollerinin bulunması,
en azından monokotillerde, hem düşük sıcaklık stresine hem de patojen saldırılarına
karşı bitki hücrelerini koruyabileceğini göstermektedir.
Ozmotik stresle ilişkili
olan diğer bir protein grubu da soğuk stresi sırasında artmaktadır. Bu grupta,
zarın kararlılığının sürdürülmesi için gerekli olan ve ozmolitlerin sentezinde
yer alan proteinler ve de LEA proteinleri yer alır. Hücreler arası alanlardaki
buz kristalleri hücrenin kısmı için önemli bir ozmotik stres oluşturduğundan,
donma stresi ile baş etmek için ozmotik stres ile de başa çıkılması gerekir.
Bir Transkripsiyon Faktörü Soğuk Tarafından Uyarılan Genin İfade
Olmasını Düzenler
Soğuk stresi 100'den
fazla genin ifade olmasına yol açar. Soğuk stresi ABA' e verilen yanıtlar ve
ozmotik stres ile yakın ilişkili olduğundan, bu stres altında ifade olan
genlerin tümü soğuğa karşı tolerans ile ilişkili değildir. Yine de, bu genlerin
çoğu soğuk stresi ile ilişkilidir. Soğuk stresinin uyardığı genlerin pek çoğu
C- tekrarlı bağlanma faktörleri (CBF1, CBF2, CBF3; aynı zamanda sırasıyla
DREBlb, DREBlc, and DREBla olarak isimlendirilirler) olarak isimlendirilen
transkripsiyon faktörleri tarafından aktifleştirilirler.
CBF/DREBl-tip
transkripsiyon faktörleri, bu bölümde daha önce tartışılan, gen promotör
dizisindeki CRT/DRE elementlerine (C-repeat/dehydration responsive,
ABA-bağımsız dizi elementleri) bağlanırlar. CBF/DREBİ, soğuk ve ozmotik stres
tarafından düzenlenen çok sayıda genin transkripsiyonunda yer alır. Bu
genlerin tümü promotörlerinde CRT/DRE elementleri içerirler. CBF1/DREBlb,
ozmotik ya da tuzluluk stresi ile değil, özel olarak soğuk stresi tarafından
uyarılmasıyla özeldir. Buna karşılık, DREB2 tipinin (bu bölümde daha önce
tartışılmıştır) DRE'ye bağlanan elementleri, soğuk ile değil, sadece ozmotik ve
tuzluluk stresi ile uyarılır.
CBF1/DREBlb'nin ifade
olması, 1CE (CBF'nin ifade olmasını uyarıcı) olarak isimlendirilen başka ayrı
bir transkripsiyon faktörü tarafından denetlenir. ICE'nin transkripsiyon
faktörleri soğuk tarafından uyarılmaz. ICE ya da onunla ilişkili bir proteinin
transkripsiyon sonrası aktifleştirildiği; bunun da CBF1/DREBlb'nin
aktifleşmesini sağladığı düşünülmektedir. Soğuğun algılanması, kalsiyumun yer
aldığı sinyal yolu ve ICE'nin aktifleştirilmesi şu an araştırılmaktadır.
Yabani bitkilere göre,
yapısal olarak CBFl'i ifade eden transgenik bitkilerde soğuğun etkisiyle daha
fazla transkripsiyon oluşmaktadır. Bu durum, CBF1 transgenik bitkilerinin,
soğuğa alışmasında iş gören ve soğukta artan çok sayıda proteinin, soğuk
yokluğunda üretildiğini göstermektedir. Ayrıca, CBF1 transgenik bitkilerinin
soğuğa toleransı kontrol bitkilerinkinden daha büyüktür.
TUZLULUK STRESİ
Karasal yüksek bitkiler,
doğal koşullar altında, deniz suyunun ve tatlı suyun birbirine karıştığı ya da
gelgitlerle yer değiştirdiği deniz kıyıları ve deltalarda yüksek tuz
konsantrasyonları ile karşılaşırlar. Daha iç kısımlarda ise jeolojik deniz
birikimlerinden çıkan doğal tuz sızıntıları çevreye yayılarak o alanları tarım
için uygunsuzlaştırır. Ancak, sulama suyundaki tuzların birikimi tarımda daha
yaygın bir sorundur.
Evaporasyon ve transpirasyon
saf suyu topraktan uzaklaştırır (buhar olarak) ve bu kayıp toprakta çözünmüş
madde konsantrasyonunu arttırır. Sulama suyundaki çözünmüş madde
konsantrasyonu yüksek ise ve biriken tuzlar bir drenaj sistemi ile yıkanmazsa,
tuzluluk hızla tuza duyarlı türlere zarar veren düzeylere ulaşabilir. Dünya
üzerindeki sulanan karaların yaklaşık üçte birinin tuzdan etkilendiği
hesaplanmıştır.
Bu bölümde bitkinin
işlevinin su ve topraktaki tuzluluktan nasıl etkilendiğini ve bitkilerde
tuzluluk zararının savuşturulmasına yardımcı olan etmenleri inceleyeceğiz.
Toprakta Tuz Birikimi Bitkinin İşlevini ve Toprak Yapısını Bozar
Toprakta tuzların
etkilerini tartışırken sodisite olarak ifade edilen yüksek Na+ konsantrasyonu
ile tuzluluk olarak ifade edilen, toplam yüksek tuz konsantrasyonunu
birbirinden ayıracağız. İki kavram ilişkili ise de, bazı alanlarda NaCl'ün yanı
sıra, Ca2+, Mg2+ ve SO(2' tuzlanmaya önemli katkı yapar. Sodik bir topraktaki
yüksek Na+ konsantrasyonu doğrudan bitkiyi etkilemekle kalmayıp porluluğu ve
geçirgenliği azaltarak toprak yapısını bozar. Kaliç olarak bilinen sodik bir
kil, bazen, dinamitle delinecek sertlikte olabilir.
Tarlada, toprak ya da
sulama suyunun tuzluluğu elektriksel iletkenlik veya ozmotik potansiyel olarak
ölçülebilir. Saf suyun elektrik akımım iletme gücü çok zayıftır; Bir suyun
iletkenliği içerdiği çözünmüş iyonlara bağhdır. Suda tuz konsantrasyonunun
artışı, elektriksel iletkenliği arttırarak ozmotik potansiyeli düşürür
(ozmotik basıncı arttırır).
Yarı kurak ve kurak alanlarda
sulama suyunun kalitesi düşüktür. Amerika Birleşik Devletlerinde Kolorado
Nehri'nin doğduğu kısımlarda tuz miktarı 50 mgL1 iken, nehrin yaklaşık 200 km
aşağısında, Kaliforniya'nın güneyinde, aynı nehirde tuz miktarı 900 mgL-1'e
ulaşmaktadır. Bu değer, mısır gibi tuza duyarlı bazı kültür bitkilerinin
büyümesini engellemektedir. Teksas'ta sulama için kullanılan bazı kuyu suları
2000 ila 3000 mg L~' tuz içermektedir. Bu tür kuyulardan alman yıllık toplam 1
m sulama suyu hektar başına toprağa 20 ila 30 ton (dönüm başına 8-12 ton) tuz
eklenmesine neden olmaktadır. Bu tuz seviyeleri en dayanıklı kültür bitkileri
dahil, tüm bitkiler için zararlıdır.
Tuzluluk, Duyarlı Türlerde Büyüme ve Fotosentezi Baskı Altına Alır
Yüksek tuz
konsantrasyonlarına yanıt verme yönünden bitkiler iki büyük gruba ayrılırlar.
Bunlardan tuzlu topraklara özgü Halofitler tüm yaşam döngülerini o ortamda
tamamlarlar. Glikofitler (tatlı bitkiler) ya da halofitler dışındaki bitkiler
tuzlara halofitler kadar dirençli değildirler. Genellikle glikofitlerde
büyümenin engellendiği, yapraklarda renk kaybımn ve kuru ağırlıkta azalmanın
oluşmaya başladığı tuz-eşik konsantrasyonları vardır.
Kültür bitkileri
arasında, mısır, soğan, limon, pi- kan, marul ve fasulye tuza çok duyarlıdır;
pamuk ve mısır orta derecede toleranslı; şeker pancarı ve palmiyeler çok
toleranslıdırlar. Suaeda maritima (bir bataklık bitkisi) ve Atriplex nummularia
(bir tuz çalısı) gibi tuza çok toleranslı olan bazı türlerin büyümesi, duyarlı
türler için öldürücü olan düzeylerden kat be kat daha yüksek Cl+
konsantrasyonlarında uyarılır.
Tuz Zararı, Ozmotik Ve Özgün (Spesifik) İyon Etkisine Bağlı Oluşur
Köklenme bölgesindeki
çözünmüş maddeler, düşük (daha negatif) bir ozmotik potansiyele sahiptirler. Bu
düşük ozmotik potansiyeli toprağın su potansiyelini düşürür. Dolayısıyla
bitkilerin genel su durumu etkilenir. Çünkü, yaprakların, toprak ve yaprak
arasında 'konsantrasyon gradiyenti yönünde' sürekli bir su potansiyeli
oluşturmak için su potansiyellerim düşürmeleri gerekir (Bkz. 4. bölüm).
Çözünmüş maddelerin bu etkisi toprakta su kıtlığının etkilerine benzer. Çoğu
bitki, topraktaki aşırı tuzluluğa karşı su kıtlığına verdiği yanıtların
benzerini verir.
Tuzluluğun neden olduğu
düşük su potansiyelli ortamlar ve toprak kuruması arasındaki en büyük
farklılık, toplam kullanılabilir su miktarıdır. Topraktan su kaybı sırasında
bitki, topraktan çok az su alabilir. Böylece su potansiyeli daha da düşer.
Tuzlu ortamların çoğunda büyük bir miktarda (aslında sınırsız) su bulunmakla
birlikte, bu ortamlarda su potansiyeli düşüktür.
Bitkilerin çoğu tuzlu
topraklarda yetiştirildiklerinde ozmotik düzenleme yapabilir. Böyle bir
düzenleme sonucu su potansiyeli düşerken turgor kaybı önlenir (hücre büyümesini
yavaşlatan, Bkz. Şekil 25.1); ancak bilinmeyen bir nedenden ötürü, bu
düzenlemeden sonra bitkilerin büyümesi yavaşlar. Bunun turgorun yetersiz
oluşuyla ilişkisi yoktur.
Düşük su potansiyelinin
yanında, özellikle Na+, Cl+ ya da S042- olmak üzere, hücrede özellikle Na+, Cl_
ya da S042 gibi iyonlar zararlı konsantrasyonlarda birikince spesifik iyon
toksisitesi sorunu ortaya çıkar. Tuzlu olmayan koşullarda, yüksek bitkilerin
sitosolü 100 ila 200 mM K+ ve 1 ila 10 mM Na+ içerir. Böyle bir iyonik ortamda
pek çok enzim optimumda çalışır. Na+/un K+'a oranının anormal ölçüde yüksek
olması enzimleri etkisizleştirir ve protein sentezini engeller. Na+
konsantrasyonu yüksek olduğunda, bu iyon pamuk kök tüyü hücrelerinin plazma
zarında Ca2t'un yerini alabilir. Bunun sonucunda plazma zarının geçirgenliği
değişir ve K+ hücrelerden dışarı sızar.
Kloroplastlarda yüksek
konsantrasyonlarda Na+ ve/veya Cl- birikince fotosentez engellenir.
Fotosentezdeki elektron transferi tuzlara nispeten duyarsızdır. Buna karşın
karbon metabolizması ya da fototosforilasyon etkilenebilir. NaCl'e toleranslı
türlerden elde edilen enzimlerin duyarlılıkları tuza duyarlı glikofitlerin
enzimlerinki ile aynıdır. Dolayısıyla, halofitlerin tuzlara direnci tuza
tolerans metabolizmasının bir sonucu değildir. Bundan sonraki kısımda
tartışılacağı gibi, daha çok, tuz zararını savuşturmak için diğer mekanizmalar
devreye girmektedir.
Bitkiler Tuz Zararını Savuşturmak İçin Farklı Stratejiler Kullanırlar
Bitkiler özellikle
sürgünlerden, meristemlerden ve aktif olarak büyüyen ve de fotosentez yapan
yapraklardan tuzu dışarı atarak tuzun zararını en aza indirirler. Tuza duyarlı
bitkilerde topraktaki orta düzeylerdeki tuzluluğa direnç kısmen, zararlı
iyonların kökten sürgünlere gönderilmesinin önlenmesiyle gerçekleşir.
Kaspari şeridi iyonların
ksileme geçişine engel oluşturur. İyonların Kaspari şeridini by pass etmeleri
için hücre zarları aracılığıyla apoplasttan simplastik yola geçmeleri gerekir.
Bu geçiş, tuza dirençli bitkilerin zararlı iyonları kısmen dışarı atma
mekanizmalarından biridir.
Sodyum iyonları köklere
pasif olarak girer (bir elektrokimyasal potansiyel gradiyenti boyunca; Bu
nedenle, kök hücrelerinin, Na+'u geriye, dıştaki çözeltiye aktif olarak
atmaları için enerji kullanmaları gerekir. Bunun aksine, Cl-, zarın iki yanındaki
negatif elektrik potansiyeli ve kök hücrelerinin plazma zarının bu iyona
geçirgenliklerinin düşük olmasıyla dışta tutulur. Ayrıca, köklerden sürgünlere
ve yapraklara taşınım sırasında transpirasyon akıntısından (ksilem özsuyu)
Na+,un absorbe edilmesi de bu iyonun yapraklara taşınımı azaltır.
Tuz sediri (Tamarix sp)
ve Tuz çalısı (Atriplex sp) gibi tuza dirençli bazı bitküer iyonları köklerden
dışarı atmazlar; bu bitkilerin yapraklanılın yüzeylerinde tuz bezleri bulunur.
Bu bezlere taşınan iyonlar orada kristalleştirilerek zararsız hale
getirilirler. Genelde halofitler, sürgün hücrelerinde glikofitlerden daha
fazla iyon biriktirebilirler.
Bu bölümde daha önce
belirtildiği gibi, denge sağlayan çözünmüş maddeler, glisin betain, prolin,
sorbitol, mannitol, pinitol ve sakkarozu kapsar. Özel bitki familyalan bu
bileşiklerden bir veya ikisini diğerlerine tercih ederek kullanırlar. Bu
organik çözünmüş maddelerin sentezi için kullanılan karbon miktarı oldukça
fazla olabilir (yaklaşık bitki ağırlığının %10'u). Doğal bitki örtüsünde su
potansiyelini ayarlamak için gerçekleştirilen bu karbon dönüşümü bitkinin
yaşamını etkilemez, ancak tarımsal bitkilerde büyümeyi, dolayısıyla toplam
biyolojik kütleyi ve ürün miktarını düşürebilir.
Pek çok halofit orta
derecedeki tuzluluk düzeylerinde optimum büyüme gösterir. Bu optimum, iyonları
vakuolde biriktirme kapasitesi ile ilişkilidir, iyonlar vakuolde tuza duyarlı
enzimlere zarar vermeksizin, hücrenin ozmotik potansiyeline katkı yapabilir.
Daha küçük ölçekte de olsa, tuza duyarlı glikofitler de iyonları vakuolde
biriktirebilir, ancak işlem daha yavaş gerçekleşir.
Tuzluluğa ahşan bitkiler
su potansiyelinin ayarlamasının yanı sıra, başka mekanizmalar da
geliştirmişlerdir. Ozmotik stresle ilişkili olan bu mekanizmalar daha önce su
kıtlığı için belirtilenlerle aynıdır. Örneğin, tuz stresine maruz kalmış olan
bitkiler ozmotik streste olduğu gibi yaprak alanını azaltır ya da absisyonla
yapraklarını dökerler. Ayrıca, ozmotik strese bağlı olarak gen ifadesinde
oluşan değişiklikler tuzluluk stresi ile de ilişkilidir. Bununla birlikte,
tuzluluk stresine maruz kalmış bitkilerin, su potansiyeli düşük olan bir ortama
alışmalarının yanısıra yüksek iyon konsantrasyonlarının yarattığı strese de
karşı koymaları gerektiği akılda tutulmalıdır.
İyonların Dışarı Atılması, Tuzluluk Stresine Alışma ve Adaptasyon İçin
Kritik Bir Etmendir
Bitki açısından tuzlu bir
ortamda dokunun su potansiyelini dengelemek için iyon kullanımının metabolik
enerji maliyeti karbonhidratların ve amino asitlerin kullanımından daha
düşüktür; çünkü karbonhidrat ve amino asit üretiminin enerji maliyeti çok daha
yüksektir. Diğer yönden, yüksek iyon konsantrasyonları sitosoldeki pek çok
enzim için toksiktir. Bu nedenle sitosolde iyonların toksik konsantrasyonlarını
en aza indirmek için vakuolde biriktirilmeleri gerekir.
NaCl, tuzluluk stresi
altındaki bitkilerin en bol karşılaştıkları tuz olduğundan, Na+'un vakuolde
birikimini kolaylaştıran taşınım sistemleri büyük önem taşır. Hem Ca2+ hem de
K+ hücre içi Na+ konsantrasyonlarını etkiler. Yüksek Na+ konsantrasyonlarında,
K+ alınımı, HKTl ile engellenir. HKTl, Na+'a ilgisi fazla olan bir K"-Na+
taşıyıcısıdır. Bu taşıyıcı bir Na+ alma sistemi olarak iş görür. Diğer yandan
kalsiyum, K+/Na+seçiciliğini ve dolayısıyla tuza toleransı arttırır.
OKSİJEN KITLIĞI
Kökler, aerobik solunum
için yeterli oksijen (02)'i çoğunlukla topraktaki gaz içeren boşluklardan
doğrudan elde ederler. Drenajı ve yapısı iyi olan topraklarda içi gaz dolu
porlar gaz haldeki oksijenin kolayca birkaç metre derinliğe girmesine izin
verirler. Dolayısıyla, toprağın derinliklerindeki 02 konsantrasyonu nemli
havanınkine benzer. Bununla birlikte, toprağın drenajı yetersiz ve yağmur ya
da sulama aşırı olduğunda toprağın içi suyla dolar. Bu su, porları doldurarak
gaz haldeki 02'nin difüzyonunu dürdürürler. Çözünmüş oksijenin durgun suda
difüzyonu çok yavaştır. Yüzey yakınında toprağın yalnızca birkaç santimetrelik
bölümü oksijen alır.
Sıcaklık düşük ve
bitkiler uyku halindeyken olduğunda, oksijen çok yavaş azalır ve pek fazla
zarar oluşmaz. Bununla birlikte, sıcaklıklar yüksek olduğunda (20°C'den
büyük), toprak suyundala oksijen bitki kökleri toprak faunası ve
mikroorganizmaları tarafından 24 saat gibi kısa bir süre içerisinde tüketilir.
Topraktaki aşırı suya
duyarlı bitkiler oksijensiz koşullarda 24 saat içinde şiddetli zarar görürler.
Bu koşullar altında pek çok bitki türünün büyüme ve yaşaması büyük ölçüde
baskı altına alınır. Kültür bitkilerinin verimliliğinde büyük bir düşüş
oluşur. Örneğin, bahçe bezelyesi (Pisum sativum)'nin verimliliği 24 saat
içinde yarıya düşer. Dolayısıyla, bezelye aşırı su koşullarına karşı duyarlı
bir bitkidir. Toprağın suyla dolmasından orta derecede etkilenen diğer
bitkiler, özellikle de sürekli olarak nemli koşularda büyümeye uyum sağlamamış
bitkiler ile kültür bitkileri, topraktaki aşırı suya toleranslı bitkiler
olarak isimlendirilirler. Toprağın suyla dolmasına toleranslı bitkiler
oksijensiz koşullara (anoksi) geçici olarak dayanabilirler; ancak bu yalnızca
birkaç gün sürebilir.
Diğer yandan, bataklıklar
ve turbalar gibi sulak alanlarda büyüyen, özelleşmiş doğal bitki örtüsü ve
pirinç gibi kültür bitkileri kök ortamındaki oksijen eksikliğine çok iyi uyum
sağlamışlardır. Sulak alan bitkileri oksijensiz koşullara dayanabilirler. Bu
bitkiler, oksijensiz koşullarda kök sistemleri ile aylarca büyüyebilir ve
yaşamlarını sürdürebilirler. Bu bitkilerin çoğu özel adaptasyonlar
geliştirmişlerdir. Burada tartışılacak olan bu adaptasyonlar, çevredeki
kullanılabilir oksijenin oksijensiz dokulara girişini sağlar. Pratikte, hızlı
bir metabolizma söz konusu olduğunda tüm bitkiler oksijene gereksinim duyarlar.
Bitkiler, önemli bir zarar görmeksizin, kök ortamlarındaki oksijensiz koşullara
karşı koyabildikleri süreye göre sınıflandırılmaktadırlar.
Bundan sonraki bölümlerde
anerobiosizin köklerde ve sürgünlerde neden olduğu zararı, sucul alanlarda
yaşayan bitkilerinin düşük oksijenli koşullarla nasıl başa çıkabildiklerini ve
aşırı su koşullarına toleranslı ve duyarlı türleri birbirinden ayıran değişik
alışma mekanizmalarını inceleyeceğiz.
Anaerobik Mikroorganizmalar Suya Doymuş Topraklarda Aktiftirler
Toprakta moleküler
oksijen tamamen tükendiğinde, toprak mikroorganizmalarının işlevi bitki yaşamı
ve büyüme için önemli hale gelir. Anaerobik toprak mikroorganizmaları
(aneroblar) nitratı (NO,-) nitrite (N02~) ya da azot oksit (N20) ve moleküler
azota (N2) indirgeyerek enerji elde ederler. Bu gazlar (N20 ve N2) de-
nitrifikasyon adı verilen bir işlemle atmosfere geçerler. Koşullar daha indirgen
olduğunda Fe3’, anaerobiosis ile Fe2,'e indirgenir. Fe2 'in çözünebilirliği
yüksek olduğundan, topraklar birkaç hafta oksijensiz kalınca, bu iyonun
konsantrasyonu hızla toksik düzeylere ulaşabilir. Diğer anaerobik organizmalar
ise sülfat (S04_)'ı bir solunum zehiri olan hidrojen sülfit (H2S)'e
indirgeyebilir.
Anaeorobların bol
miktarda organik substrat bulmaları halinde asetik asit ve bütirik asit gibi
bakteri metabolitleri toprak suyuna geçer. Aşırı miktarda su içeren toprakların
kötü kokmasından, bu asitler ve indirgenmiş kükürt bileşikleri sorumludur.
Mikroorganizmalar tarafından anaerobik koşullarda üretilen bu maddelerin tümü
yüksek konsantrasyonlarda bitkiler için toksiktirler.
Oksijensiz Ortamlarda Kökler Zarar Görür
Kökün solunum hızı ve metabolizması,
kök ortamındaki 02 tamamen tükenmeden önce etkilenir. Kritik oksijen basıncı
(COP) solunum hızının oksijen kıtlığına bağlı olarak ilk azaldığı oksijen
basıncıdır. 25°C'dc iyi havalandırılmış bir besin çözeltisinde büyüyen bir
mısır kökünün COP'ı yaklaşık 0.20 atmosferdir (hacim olarak 20 kPa ya da %20).
Bu yaklaşık normal havanınkine eşittir. Bu oksijen basıncında, çözünmüş
oksijenin çözeltiden dokuya ve hücreden hücreye difüzyon hızı 02 kullanım
hızına güçlükle ayak uydurur. Bununla birlikte, solunum hızları ve ATP
dönüşümü açısından, bir kök ucu metabolik olarak memeli dokularınınki ile
karşılaştırılabilecek kadar aktiftir.
Hücrelerin olgun ve
tamamen vakuolleşmiş olduğu ve de solunum hızının düştüğü kökün yaşlı
bölgelerinde COP 0.1 ila 0.05 atmosfer arasındadır. O, konsantrasyonları
COP'un altında olduğunda, kökün merkezi anoksik (tümüyle oksijensiz) ya da
hipoksik (kısmen oksijensiz) hale gelir.
Solunum düşük
sıcaklıklarda yavaşladığında COP düşer; bu durum organın boyutuna ve hücrelerin
nasıl paketlenmiş olduklarına da bağlıdır. İri ve kütlesi büyük meyveler
aerobik durumlarım tamamen korurlar; çünkü bu tip meyvelerdeki geniş hücreler
arası boşluklar gazların difüzyonunu kolaylaştırır. Bir hücre için, 0.01
atmosferlik düşük bir basınç (gaz halde %1'lik oksijen) yeterli olabilir; çünkü
difüzyonun kısa mesafeli oluşu mitokondrilere yeterli miktarda 02 gitmesini
sağlar. Mitokondrilerde oksidatif fosforilasyonun sürmesi için çok düşük bir
kısmi basınç yeterlidir.
Sitokrom oksidazın Km
değeri (Michaelis-Menten sabiti, Bkz. Web sitesinde 2. Bölüm) 0.1 ila 1.0 pM
çözünmüş oksijendir. Bu değer, hava (20°C'de 277 pM) ile dengedeki çözünmüş
oksijenin çok küçük bir bölümünü oluşturur. Bir organ ya da doku ve
mitokondrinin 02 gereksinimi arasındaki büyük farklüık, akışkan ortamda
çözünmüş oksijenin difüzyonunun yavaş olmasıyla açıklanmaktadır. 02 yokluğunda
mitokondrilerdeki elektron taşımmı ve oksidatif fosforilasyon durur;
trikarboksilik asit döngüsü işleyemez ve ATP sadece fermentasyonla üretilebilir.
Bu nedenle ortamda yeterli 02 bulunmadığında, kökler ilk olarak laktat
dehidrogenaz yardımıyla (LDH) pirüvatı laktata fermente etmeye başlar. Mısırın
kök uçlarında laktat fermentasyonu geçicidir. Çünkü hücreler arsında pH'nın
düşmesi, hızla laktat fermentasyonundan etanol fermentasyonuna geçilmesini
sağlar. Bu değişiklik, bu işlemde yer alan sitosoldeki enzimlerin pH
optimumlarının farklı oluşu nedeniyle gerçekleşir.
Asidik pH'da LDH
engellenirken, pirüvat dehidrogenaz aktifleşir. Fermentasyonda net ATP
verimliliği solunumda kullanılan bir mol heksoz şekeri başına 2 mol ATP'tır
(aerobik solunumda kullanılan bir mol heksozda ise 36 ATP'tır). Bu nedenle, O2
eksikliğinin kök metabolizmasında oluşturduğu zarar, kısmen, önemli metabolik
işlemleri gerçekleştirmek için gerekli ATP eksikliğinden kaynaklanır.
Canlı mısır kök uçlarının
hücreler arasındaki pH'ın ölçümünde nükleer manyetik rezonans (NMR) spek-
troskopisi kullanılmıştır. Sağlıklı hücrelerde, vakuolün içeriği (pH 5.8)
sitoplazmanınkinden daha asidik (pH 7.4)'tir; ancak aşırı 02 eksikliği
koşullarında, protonlar göreceli olarak vakuolden sitoplazmaya sızarak orada
laktik asit fermentasyonuu başlayan asitleşmeye katkıda bulunur. Bu pH
değişiklikleri (sitosolik asidosis) hücre ölümü ile ilişkilidir.
H'nin, tonoplasttaki
ATPazlar tarafından vakuole aktif taşınımı ATP eksikliği nedeniyle yavaşlar.
ATP aktivitesi olmaksızın sitosol ve vakuol arasmda normal pH gradiyenti
sağlanamaz. Sitosolün asitleşmesi, anoksik hayvan hücrelerinde olduğu gibi,
yüksek bitkilerin sitoplazmalarında metabolizmanın geriye dönüşümsüz olarak
bozulmasına neden olur. Esasen, zarara neden olan, sitosolün asitleşmesidir.
Asitleş- menin süresi ve derecesi, topraktaki aşırı suya duyarlı olan türleri
dirençli türlerden ayıran başlıca etmenler arasındadır.
02 Kıtlığından Zarar Görmüş Kökler Sürgünlere Zarar Verir
Anoksik ve hipoksik
köklerde sürgünlerde gerçekleşmesi gereken fizyolojik işlemlerin
desteklenmesine yetecek miktarda enerji bulunmaz. Buğday ve arpa köklerinin besleyici
iyonları absorblayamaması ve ksileme (ve oradan sürgüne) taşıyamaması, büyüyen
ve gelişen dokularda iyon kıtlığına neden olur. Flöemde taşmabilen elementlerin
(N, P, K) genç yapraklara aktarılması sonucu yaşlı yapraklarda senesens erken
başlar. Stomaların kapanmasıyla su kaybı önlenince, geçici de olsa, bu azalma
köklerde suya geçirgenliğin azalmasına, yaprak su potansiyelinin düşmesine ve
solmaya neden olur.
Ayrıca hipoksi koşullar
köklerde etilen öncülü olan ACC (1-aminosiklopropan-l-karboksilik asit)'in
üretimini hızlandırır. Domateste, ACC ksilem özsuyunda sürgünlere taşınır.
Orada oksijen ile temas edince ACC oksidaz tarafından etilene dönüştürülür.
Domates ve ayçiçeğinin yaprak petiollerinin üst yüzeyinde (adaksiyal) etilene
yanıt veren hücreler bulunur. Etilen konsantrasyonları yüksek olduğunda bu
hücreler daha hızlı genişlerler. Bu genişleme epinastiye neden olur. Yani
yapraklar dökülecekmiş gibi aşağı doğru büyürler. Solmanın aksine, epinastide
turgor kaybı görülmez.
Bazı türlerde (örn. bezelye
ve domates), toprağın suyla dolması stomaların kapanmasına neden olur. Bu
sırada yaprak su potansiyelinde belirgin bir değişim oluşmaz. Su kıtlığı ya da
yüksek tuz konsantrasyonları gibi köklerde oksijen kıtlığı da absisik asit
(ABA) üretimini ve yapraklara ABA taşınımını uyarabilir. Bununla birlikte,
böyle koşullarda stoma kapanması daha çok, yaşlı ve alt yaprakların fazladan
ürettikleri ABA'e bağlanmaktadır. Bu yapraklar solar ve içerdikleri ABA'i daha
genç turgorlu yapraklara göndererek stomalarm kapanmasına neden olurlar.
Su İçindeki Organlar 02'i Özelleşmiş Yapılarla Kazanırlar
Topraktaki aşırı suya
duyarlı ve toleranslı türlerin aksine, sucul alanlarda yaşayan bitki örtüsü
suyla doymuş topraklarda uzun süre yaşayabilmeye uyum sağlamıştır. Kısmen suya
batık olsalar bile, bitkilerin sürgünleri etkin bir şekilde büyümekte ve stres
belirtisi göstermektedir.
Su zambağı (Nymphoides
peltata) gibi bazı sucul alan bitkilerinin suyun içindeki kısımları içsel
etileni tutar. Etilen petiolde hücre uzamasını uyarır. Bunun sonucunda petiol
süratle suyun yüzeyine çıkarak yaprağın havaya ulaşmasmı sağlar. Derin su
(yüzen) pirincinin internodyumları etilene benzer yanıtı verir. Bu bitki,
suyun derinliğinin artmasına karşın yapraklarım suyun yüzeyine ulaştırabilmektedir.
Bir sucul monokotil olan su otu (Potamogeton pectinatıısY unda ise gövde
uzaması etilene duyarsızdır. Bunun yerine, bu bitkide uzama, solunumda oluşan
CO, birikiminin neden olduğu ortam suyunun asitleşmesi sonucunda anaerobik
koşullar altında bile artar.
Sucul bitkilerin çoğunda
ve nemli koşullara iyi uyum sağlamış olan pek çok bitkinin, gövde ve
köklerinde, birbiriyle bağlantılı, içi gaz dolu kanallar gelişir. Bu kanallar
oksijen ve diğer gazların taşınımını kolaylaştırırlar. Gazlar (hava) stomalardan
ya da lentisellerden odunsu gövdelere ve köklere girdikten sonra moleküler
difüzyon ya da küçük basınç gradiyentlerine bağlı olarak konveksiyonla
taşınırlar.
Pirincin de aralarında
bulunduğu pek çok sucul bitkide, hücreler belirgin, içi gaz dolu boşluklarla
birbirinden ayrılmıştır. Bu boşluklar aerankima olarak isimlendirilen bir doku
oluştururlar. Aerankima çevresel uyartılardan bağımsız olarak gelişir. Bununla
birlikte, oksijen eksikliği, monokotiller ve dikotiller dahil, sucul olmayan
bazı bitkilerde gövdenin tabanında ve yeni gelişen köklerde aerankima oluşumunu
uyarır.
Mısır kök ucunda hipoksi
koşullar ACC sentaz ve ACC oksidaz aktivitesini uyararak ACC ve etilenin daha
hızlı üretilmesini sağlar. Etilen kökte korteks hücrelerinin ölümüne ve parçalanmasına
yol açar. Bu hücrelerin daha önce kapladığı alanlar 02 taşımınım kolaylaştıran
içi gaz dolu boşluklara dönüşür.
Etilen sinyaline bağlı
olarak hücrelerin ölümü oldukça özgündür; kökte ölmesi gerekmeyen hücreler
etkilenmez. Sitosolde Ca2t konsantrasyonunun artmasının hücrenin ölümüne yol
açan etilen sinyal iletim yolunun bir parçası olduğu düşünülmektedir. Sitosolde
Ca2+ konsantrasyonlarını artıran kimyasallar uyarıcı olamayan koşullar altında
hücre ölümünü arttırmaktadır; bunu aksine, sitososoldeki Ca2+
konsantrasyonunu düşüren kimyasallar normalde aerankima oluşması gereken
hipoksik köklerde hücre ölümünü durdurmaktadır. Hipoksi koşullara yanıt olarak
etilene bağlı hücre ölümü, programlanmış hücre ölümüne bir örnek oluşturur.
Bazı bitkiler (ya da
bitki kısımları) aerankima oluşturmadan önce uzun süre (haftalar ya da aylar)
aneorobik koşullara dayanabilirler. Pirinç ve Echinochloa crusgalli var.
oryzicola (pirinç çimeni)'nın embriyo ve koleoptilleri, Schoenoplectus
lacustris (dev sazı), Scirpus maritimus (tuzlu sazı) ve Typha angustifolia (dar
yapraklı su kamışı)'nın rizomları (yer altındaki yatay gövdeler) bunlar
arasındadır. Bu rizomlar anaerobik atmosferde birkaç ay yaşayabilir ve
yapraklarını büyütebilir.
Doğada rizomlar kışı
göllerin kenarındaki anaerobik çamurda geçirirler. İlkbaharda yapraklar
çamurun ya da su yüzeyinin üstüne çıkınca O, difüzyonla aerankimadan rizoma
geçer. Daha soma metabolizma anaerobik (fermentleyici) bir yoldan aerobik bir
yola geçer ve kökler oksijeni kullanarak büyümeye başlarlar. Benzer şekilde,
pirinç ve çeltik çimeninin çimlenmesi sırasında koleoptil su yüzeyine çıkarak
bitkinin diğer kısımlarına 02'nin geçmesi için bir difüzyon yolu ('şinorkel')
oluşturur. (Pirinç bir sucul alan bitkisi olsa bile, mısır kökleri gibi onun
kökleri de anoksi koşullara toleranssızdır).
Kök oksijence fakir
toprak içinde ilerledikçe kök ucunun hemen arkasındaki aerankima apikal bölgeye
oksijenin ulaşmasını sağlar. Pirinç ve tipik diğer bataklık bitkilerinin
köklerinde süberinleşmiş ve lignin- leşmiş hücrelerin oluşturduğu engeller
köklerden toprağa O/nin difüzyonunu engeller. Dolayısıyla apikal meristemlere
O, iletimi sürer ve kökün anaerobik toprak içinde 50 cm ya da daha fazla
büyümesi sağlanır.
Bunun aksine, sucul
alanlarda yaşamayan mısır gibi türlerin kökleri 02'ni aynı büyüklükte
koruyamayarak dışarı sızdırırlar. Bu nedenle, bu bitkilerin kök uçlarında
içsel 02 aerobik solunum için yetersizdir. Bu O, eksikliği, böyle köklerin
anaerobik toprakta ilerleyebildikleri derinliği çok fazla sınırlandırır.
Bitki Dokularının Çoğu Anaerobik Koşullara Tolerans Gösteremez
Yüksek bitkilerde
dokuların çoğu anaerobik koşullarda uzun süre yaşayamaz. Örneğin, aniden
Oz'siz koşullara bırakılan mısır kökleri yalnızca 20 ila 24 saat canlı
kalabilmiştir. Anoksi koşullarda fermantasyonla yavaşça bir miktar ATP
üretilir; ancak hücrelerdeki enerji sitosolün asitleşmesi sırasında göreceli
olarak azalır. Bazı hücrelerin uzun süren anoksi koşullara tolerans
göstermesini sağlayan biyokimyasal mekanizmalar tümüyle bilinmemektedir.
Önceden hipoksi koşullara maruz bırakılan mısır ve diğer tahılların kök uçları,
belli bir oranda alışma gösterecek 4 gün süreyle anoksi koşullarda
yaşayabilmektedir.
Anaerobik koşullara
alışma, pek çok anaerobik stres proteinini (bir sonraki konuyu inceleyiniz)
kodlayan genlerin ifade olmasına bağlıdır. Alışma sonrasında anoksi koşullarda
etanol fermantasyonu yapabilme yeteneği (böylece metabolizmanın belli bir süre
devam etmesi için ATP üretilerek) artar. Bu artış sırasında laktat, sitosolün
dışına taşınır. Böylelikle sitosoldeki asitleşme en aza iner.
Sucul bitki organlarının
kronik oksijen kıtlığı koşullarını tolere etme yeteneği tamamen yukarıda
tanımlanan stratejilere benzerlik gösterebilir; ancak onlar bu stratejileri
daha etkili kullanırlar. Sitosolün pH'sının kontrolü, glikolizis ve
fermantasyonla sürekli olarak ATP üretimi ve uzun süreli anaerobik solunum
için yeterli yakıtın depo edilmesi kritiktir. Anoksi koşullar altında alanin,
süksinat ve 7-aminobütirik asitin sentezinin, protonlarm tüketilmesini
sağlayarak sitosolün asitleşmesini en aza indirdiği düşünülmektedir. Buna
ilişkin kanıtlar pirinç ve pirinç çimeninden edilmiş, ancak buğday ve arpanın
anoksi koşullara duyarlı sürgünlerinde bulunamamıştır.
Anaerobik ve aerobik
metabolizmayı değişmeli olarak gerçekleştiren türlerin organları anoksi
koşullar ortadan kalktıktan sonra O2 girişinin sonuçlan ile baş etmek
zorundadırlar. Aerobik metabolizma sırasında oldukça fazla reaktif oksijen türü
üretilir. Normalde, bu aktif oksijen türlerinin toksik etkisi, süperoksit
dismutaz (SOD)'inde dahil olduğu hücre savunma mekanizmaları tarafından
ortadan kaldırılır. Bu enzim süperoksit radikallerini hidrojen peroksite
dönüştürür. Daha sonra hidrojen peroksit peroksidazlar tarafından suya
dönüştürülür.
İris pseudacorpus (sarı
sancak)'un anoksik koşullara toleranslı rizomlarında SOD aktivitesi 28 gün
süren anoksi koşullar altında 13 kat artmıştır. Bu artış, anoksik koşullara
tolerans göstermeyen diğer iris türlerinin rizomlarında gözlenmemiştir.
Toleranslı türlerde SOD, yaprakların suyun ya da çamurun içinden çıkıp havayla
temas etmesiyle başlayan 02 girişi ile baş etmede kullanılabilir. Dolayısıyla,
SOD anoksi koşullardan sonra oluşan strese (postanoksik) karşı direnç
geliştirilmesine yardımcı olur.
02 Kıtlığına Alışmak için Anaerobik Stres Proteinleri Sentezlenir
Mısır kökleri oksijensiz
bırakılınca, yaklaşık 20 adet polipeptidin sürekli üretimi dışında protein
sentezi durur. Bu anaerobik stres proteinlerinin çoğunun, glikolizisin ve
fermentasyon yollarının enzimleri olduğu bulunmuştur.
Hipoksik ya da anoksik
koşullarda oksijen düzeylerindeki düşüşleri algılayan mekanizma tümüyle
aydmlatılamamıştır. Bununla birlikte, 02 düzeylerinin düşmesinden sonra ilk
oluşan olaylardan biri hücre içi Ca2+ miktarının artmasıdır. Kanıtlar, bu
kalsiyum sinyalinin anoksi koşulların sinyal iletiminde yer aldığını
göstermektedir. Anoksi koşullar oluştuktan sonra, dakikalar içinde, sitosoldeki
Ca2+ konsantrasyondaki artış mısırın hücre kültürlerinde alkol dehidrogenaz
(ADH) ve sakkaroz sentazın mRNA düzeylerinde artışa neden olan bir sinyal
olarak iş görür.
Hücre içi Ca2+
konsantrasyonunu durduran kimyasallar aynı zamanda, anoksi koşullar tarafından
uyarılan ADH ve sakkaroz sentaz genlerinin ifade olmasını önlemekte ve mısır
fidelerinin anoksik koşullara duyarlılığını büyük ölçüde arttırmaktadır. Bu
mekanizmaların ve hücre içi Ca+'un anoksik koşulların erken evrelerinde hem
hücrelerin yaşaması hem de uzun süren hipoksi koşul sırasında hücre ölümü ve
aerankima oluşumunda nasıl sinyal işlevi gördüğünün aydınlatılabilmesi için ek
araştırmalara gereksinim vardır.
Anaerobik stres genlerine
ait mRNA'larının birikimi, bu genlerin transkripsiyon hızındaki değişiklikler
sonucunda oluşur. Mısır ve Ambidopsis'in ADH genlerinin ve diğer anaerobik
genlerin promotörlerindeki ortak dizi elementlerinin analiz edilmesiyle, bir
anaerobik stres elementinin yanı sıra cis-acting transkripsiyon faktörlerini
bağlayan bir G-Box elementi tanımlanmıştır. Cis-acting transkripsiyon
faktörleri bu genleri aktifleştirmektedir. Bununla birlikte, oksijen
eksikliğinin nasıl algılandığı ve sinyalin, özel genlerin transkripsiyonunda
değişikliğe yol açan sitosoldeki Ca2* artışıyla nasıl sağlandığı araştırılmayı
beklemektedir.
Ayrıca, anaerobik stres
genlerinin bir biçimde translasyon ile de kontrol edildiğine ilişkin kanıtlar
vardır. Hipoksi stresi sonrası, anaerobik olmayan stres tarafından düzenlenen
genlerin mRNA'larının translasyon etkinliği, ADH gibi stres tarafından
düzenlenen genlerinkinden daha azdır.
ÖZET
Stres, genel olarak, bir bitki üzerinde olumsuz etki
oluşturan dışsal bir etmen olarak tanımlanabilir. Hem doğal hem de tarımsal
koşullarda bitkiler bir ölçüde stres oluşturan uygunsuz ortamlara maruz kalmaktadır.
Su kıtlığı, ısı stresi ve ısı şoku, düşük sıcaklık ve donma, tuzluluk ve
oksijen kıtlığı bitki büyümesini sınırlandıran başlıca stres faktörleridir. Bu
stresler nedeniyle, büyüme mevsimi sonunda, bitkinin biyolojik kütlesi ve
verimliliği kalıtsal potansiyelinin ancak bir kısmı kadar artar.
Uygunsuz ortam koşullan ile bitkilerin başa çıkma kapasitesi
strese direnç olarak bilinir. CAM metabolizması gibi, strese direnç sağlayan
bitki adaptasyonları kalıtsal olarak belirlenir. Bir strese önceden maruz
bırakılan bitkilerde strese alışma yeteneği artar.
Kurağa dayanıklılık mekanizması, iklim ve toprak koşullarına
bağlı olarak değişiklik gösterir. Sorghum ve soya fasulyesinde görüldüğü gibi
sınırsız büyüme özelliği bu türlerin son yağışlardan yararlanmalarını sağlar;
mısır gibi sınırlı büyüme özelliği gösteren bitkiler ise su stresine karşı bu
tür bir direnç göstermez. Yaprak genişlemesinin engellenmesi su stresine
verilen en ilk yanıtlardan biridir. Yaprak genişlemesi su kıtlığı nedeniyle
turgordaki azalmaya bağlı olarak hücre ve yaprak genişlemesi için gerekli
kuvveti azalttığında ya da ortadan kaldırdığında engellenir. Yaprak
absisyonu, kökün toprağın derinliklerindeki nemli kısımlara ulaşması ve stoma
kapanması su stresine karşı geliştirilen diğer mekanizmalardır.
Kuraklık stresi strese alışma ve adaptasyonda yer alan
genlerin ifade olmasına neden olur. Bu genler, burada açıklanan hücre ve bitki
düzeyindeki yanıtlara aracılık eder. Genin ifade olması için gerekli
değişiklikleri sağlayan sinyal oluşturucu kademelerin algılanması ve
aktifleştirilmesi, hem ABA bağımlı hem de ABA bağımsız yollarla olur.
Yüksek sıcaklıklar ısı stresine ve ısı şokuna neden olur.
Bazı CAM bitkileri 60 ila 65°C'lik sıcaklıklara tolerans göstermekle birlikte,
yaprakların çoğu 45°C'nin üstündeki sıcaklıklarda zarar görür. Aktif olarak
transpirasyon yapan yaprakların sıcaklığı genellikle hava sıcaklığından daha
düşüktür; ancak su kıtlığı transpirasyonu engelleyerek aşırı ısınmaya ve ısı
stresine neden olur. Isı stresi fotosentezin yanı sıra, zarın işlevini ve
kararlılığını engeller.
Yaprakların kıvrılarak absorblanan ışığın azaltılması,
sınır tabakaların direncini en aza indiren yaprak büyüklüğünün azalması ve
konduksiyona bağlı ısının kaybedilmesi, ısıya direnç sağlayan adaptasyonlardır.
Yüksek sıcaklıklarda sentezlenen ısı şoku proteinleri proteinlerin kararlığını
arttıran ve hücre proteinlerinin uygun biçimde katlanmasını sağlayan moleküler
şaperonlar olarak iş görür. pH ve metabolik denge sağlayan biyokimyasal yanıtlar
sıcaklıktaki ani artışa alışma ve adaptasyonla ilgilidir.
Üşütücü sıcaklık ve donma stresi düşük sıcaklıkta ortaya
çıkar. Üşütücü stres zararı normal büyüme için çok düşük olan, ancak donma
sıcaklığının üstündeki sıcaklıklarda görülür. Bu zarar, ılıman kuşak
iklimlerinde yaşayan tropik ve subtropik kökenli türler için tipiktir. Üşütücü
sıcaklık zararları büyümede yavaşlama, yaprak lezyonlan ve solmayı kapsar.
Zarın akışkanlığının değişmesine bağlı zar özelliklerinin kaybı, üşüme stresi
zararlarının başlıca nedenidir. Üşütücü sıcaklıklara dirençli bitkilerin zar
lipitlerindeki doymamış yağ asidi oram, üşütücü sıcaklıklara duyarlı
bitkilerinkinden fazladır.
Donma zararı esas olarak, hücrelerde ve organlarda oluşan
buz kristallerinin oluşmasıyla ortaya çıkar. Donmaya dirençli türler buz
kristallerinin hücre dışı alanlara doğru büyümesini sınırlayan mekanizmalara
sahiptir. Dehidrasyon (su kaybı) ve süper soğuma odunsu bitkilerin donmaya
karşı direncini sağlayan mekanizmalardır.
Düşük sıcaklık stresi suyun aktivitesini azaltarak hücrede
ozmotik strese neden olur. Ozmotik stres sırasında, ozmotik stresle ilişkili
sinyal yolları aktifleşir ve soğuğa alışmada yer alan proteinler birikir. Bu
sırada soğukla ilişkili ancak ozmotik stresle ilişkisiz genler de aktifleşir.
Soğuk stresinin aktifleştirdiği sinyal yolundaki elemanları aşırı ifade
edebilen transgenik bitkilerde soğuk toleransı artar.
Tuzluluk stresi, topraktaki tuzların birikmesi sonucunda
oluşur. Bazı halofitik türler tuza çok toleranslıdır, ancak tuzluluk duyarlı
türlerin büyümesini ve fotosentezi baskı altına alır. Tuz zararı, toprak su
potansiyelinin azalması ve iyonların zararlı konsantrasyonlarda birikmesine
bağlı spesifik iyon toksisitesi sonucunda oluşur. Buna bağlı olarak topraklar
elverişsiz hale gelir. Bitkiler tuzları yapraklardan dışarı atarak ya da
iyonları vakuolde biriktirerek tuz zararım savuşturur. Na+'un dışarı
atılmasını ve vakuolde biriktirilmesi ile ilgili bazı moleküler belirleyiciler
ve iyon homeostosizinde yer alan ve SOS olarak isimlendirilen bir sinyal yolu
saptanmıştır.
Suyla dolmuş topraklarda oksijen eksikliği tipiktir.
Oksijen eksikliği pek çok türün büyüme ve yaşayabilirliğini azaltır. Diğer
yandan, bataklık ve turbalık bitkileri ile pirinç gibi kültür bitkileri kök
ortamındaki oksijen kıtlığına iyi uyum sağlamıştır. Yüksek bitkilerin
dokularının çoğu anaerobik koşullarda yaşayamaz, ancak pirinç embriyoları ve
koleoptilleri anoksi koşullarda haftalarca yaşayabilir. Anoksi zararına direnç
yolları ve bunların nasıl düzenlendiği henüz aydınla tılamamıştır.kıtlığı
transpirasyonu engelleyerek aşırı ısınmaya ve ısı stresine neden olur. Isı
stresi fotosentezin yanı sıra, zarın işlevini ve kararlılığını engeller.
Yorumlar
Yorum Gönder