Küresel Düzeyde Üretim ve Ayrışma
Dünya’da her yıl, fotosentez yapan canlılar (bitkiler) tarafından, yaklaşık olarak, 1017 gram (yaklaşık 100 milyar ton) organik madde üretilmektedir. Aynı süre içinde, yine yaklaşık aynı miktarda organik madde, canlıların solunum faaliyetleri sonucunda, C02 ve H20’ya dönüşmektedir (oksitlenmektedir). Ancak, üretim-ayrışma arasında tam bir denge söz konusu değildir.
Jeolojik devirler boyunca, Prekambriyum’un başlangıcından
(yaklaşık 2 milyar yıl öncesinden) bu yana, üretilen organik maddelerin önemli
bir bölümü ayrışmaya uğramadan birikmiştir.
Biriken organik maddeler, anaerobik koşullardaki (anoksik
veya oksijensiz) çökeltilerde ya yarı- ayrışmış ya da tamamen gömülüp hiç
ayrışmamış halde fosilleşmiştir. O dönemlerde organik üretimin solunumdan daha
fazla olması sayesinde, büyük olasılıkla, atmosferdeki C02 azalmış, oksijen ise
son jeolojik dönemlerdeki yüksek düzeyine ulaşmıştır. Atmosferden C02’i uzun
süreyle uzaklaştıran kireçtaşı oluşumu da, C02’in azalmasına katkıda
bulunmuştur. Yerküre atmosferindeki yüksek 02 - düşük C02 konsantrasyonları
sayesinde, daha ileri yapılı yaşam formlarının evrimi ve sürekliliği mümkün
olmuştur.
Yaklaşık 300 milyon yıl önce (Karbon döneminde), organik
maddelerin üretiminin fazla olması ve bunların ayrışmaya uğramadan birikmesi
sayesinde fosil yakıtlar oluşmuş; bu yakıtlar da, Sanayi Devrimi’nin
gerçekleşmesini sağlamıştır. Geçen 60 milyon yıl boyunca, yanardağ
faaliyetleri, kayaların parçalanıp ufalanması, toprak erozyonu, sedimentasyon
(çökelme) ve güneş ışığı girdisindeki değişikliklerle beraber, biyotik dengelerde
önemli kaymalar olmuş; sonuç olarak, atmosferdeki C02/02 oranında dalgalanmalar
meydana gelmiştir. Atmosferik C02’de görülen bu iniş-çıkışlar, Yerküre
iklimindeki ısınma ve soğuma olayları ile yakından ilişkilidir ve muhtemelen
iklim değişmesinin başlıca sebebidir. Geçen yüzyılın yarısından itibaren,
insanoğlunun agro-endüstriyel etkinlikleri sonucunda, atmosferdeki C02
konsantrasyonunda önemli artışlar olmuştur. Küresel bir sorun haline gelen
iklim değişikliği üzerinde etkili olan C02 emisyonlarının azaltılabilmesi ve
uygulanacak yöntemlerin belirlenmesi amacıyla, devlet başkanları, 1997 yılında
Kyoto’da (Japonya) bir toplantı yapmıştır. Toplantı sonunda hazırlanan Kyoto
Protokolü, konuya verilen önemi ve çabaları belgeleyen uluslararası bir çalışmadır.
Ekosistem içinde gerçekleşen fotosentez, otoktonus (auto:
kendi, kendine ait) üretim olarak adlandırılır. Ekosistem dışında üretilen
organik maddelere ise, alloktonus girdiler denir (chthonos, “yeryüzüne ait”;
allos “diğer”, Yun.). Bu kısmın daha sonraki paragraflarında, organik madde
üretimi ile organik maddenin ayrışması konuları -her iki konuya da eşit ağırlık
verilerek- ayrıntılarıyla ele alınmıştır. Yerkürede bugün bilmemiz gereken
-belki de en önemli- değer P/R oranıdır. Bu değer, ister yerel isterse küresel
ölçekte olsun, organik madde üretimi (P) ile solunum (R) arasındaki dengeyi
veya dengesizliği göstermektedir. Ayrıca, gelişim halinde olan ekosistemlerin
değişik süksesyon aşamaları hakkında da
önemli bilgiler edinilmesini sağlar. İnsan yapısı teknoekosistemlerde de
üretimden elde edilen gelir/işletme ve bakım giderleri oranı da, bir ölçüde
doğal ekosistemlerdeki P/R oranı gibi önemli bir gösterge değerdir. Günümüzün
ve geleceğin dünyasını ve çevre sorunlarını anlayabilmek, bu sorunlara çözüm
bulabilmek için, bu değerlerin mutlaka bilinmesi, kontrol altında tutulması
gereklidir.
Açıklamalar ve Örnekler
Fotosentezin ve Üretici Organizmaların Tipleri
Kimyasal anlamda fotosentez, güneş enerjisinin bir kısmının
potansiyel veya “bağlı” enerji şeklinde, besin içinde bağlanması veya
depolanması olayıdır. Oksidasyon-redüksiyon (yükseltgenme- indirgenme)
tepkimesinin genel denklemi, aşağıda verilmiştir:
CO2 + 2H2A lşık ►
(CH20) + 2A,
Bu tepkimenin yükseltgenme kısmı,
2H2A ► 4H + 2A şeklinde,
indirgenme kısmı ise;
4H + CO2 ► (CH,0) + H20 şeklinde ifade edilir.
Genel olarak, yeşil bitkilerin (yeşil bakteriler, algler ve
ileri yapılı bitkiler) fotosentezinde, tepkimedeki A, oksijendir. Yani, suyun
yükseltgenmesi sonucunda oksijen gazı salıverilir ve bu arada açığa çıkan 4H da
karbon dioksiti karbohidrala (CH20) indirger; indirgenme ürünü olarak da su
açığa çıkar. Radyoaktif işaretleme ile yapılan çalışmalarda, fotosentezde açığa
çıkan oksijenin, su molekülünden ayrılan oksijen olduğu belirlenmiştir.
Diğer taraftan, bakteriyel fotosentezin bazı tiplerinde,
indirgenme ürünü olarak ortaya çıkan H2A, su değil başka bir üründür. Yeşil
kükürt (sülfür) bakterileri (Chlorobacteriaceae) ve mor kükürt bakterileri
(Thiorhodaceae) söz konusu olunca, bu ürün hidrojen sülfürdür (H2S) [H2S,
inorganik bir sülfür bileşiğidir]. Kükürt bakterisi olmayan mor ve kahverengi
bakterilerde (Athiorhodaceae) ise ortaya çıkan ürün, bir organik bileşiktir.
Görüldüğü gibi, bu tip bakterilerin fotosentez etkinliği sonucunda oksijen
açığa çıkmaz.
Fotosentetik bakteriler arasında, bir yan ürün olarak
oksijen açığa çıkaran bakteriler, genellikle sucul ortamda (deniz ve tatlısu)
yaşayan siyanobakterilerdir. Çoğu kez, bunların organik madde üretimindeki
rolleri küçüktür. Buna karşın, uygun olmayan koşullarda işlevlerini
sürdürebilirler ve su dibi çökeltilerde belli minerallerin döngüsünü
sağlarlar. Örneğin, yeşil ve mor kükürt bakterileri, kükürt döngüsü için
önemlidir. Bu bakteriler, zorunlu anaerobdur (yani, işlevlerini sadece
oksijensiz ortamda yerine getirebilirler). Zorunlu anaerob bakteriler,
çökeltilerin yükseltgenme-indirgenme zonları arasındaki sınır tabakasında veya
suda ışık şiddetinin zayıf olduğu tabakalarda bulunur. Gel-git alanlarındaki
çamur tabakaları, bu bakterileri gözlemlemek için uygun yerlerdir. Böyle
yerlerde; üstte alglerin oluşturduğu bir yeşil tabaka, onun hemen altında da,
anaerob bakterilerin oluşturduğu, dikkat çekici pembe veya mor tabakalar
bulunur (ki bu zonda ışık yeterli olmasına karşın, oksijen yeterli değildir ve
burası anaerobik veya indirgenmiş bölgenin en üst kısmıdır). Zorunlu anaerob
olan kükürt bakterilerinin tersine, kükürt bakterisi olmayan fotosentetik
bakteriler, genellikle fakültatif anaerobdurlar (oksijen olsa da, olmasa da
işlevlerini yürütürler). Işık olmadığında, pek çok alg gibi, heterotrof olarak
da işlevlerini sürdürebilirler. Bakteriyel fotosentez olayı, kirli ve ötrofik
sularda faydalı olabilir; bu nedenle, bu bakteriler ve işlevleri üzerindeki
çalışmalar giderek artmaktadır. Bununla birlikte bu bakteriler hiçbir zaman,
dünyanın büyük oranda bağımlı olduğu ve “düzenli” olarak oksijen üreten
“normal” (bitkisel) fotosentezin yerini alamaz.
İleri yapılı bitkilerdeki karbon dioksit indirgenmesi
(tepkime denkleminin indirgenme kısmında görüldüğü gibi C02’deki karbonun,
organik maddeye bağlanması), iki değişik biyokimyasal yolla gerçekleştirilir.
Bu durum, hem ekolojik açıdan hem de bitki türleri açısından ayrı bir önem
taşımaktadır. Bitki türlerinin büyük bir bölümü, karbon dioksit indirgenmesi
sırasında C3 pentoz fosfat veya Calvin döngüsü denilen biyokimyasal yolu
izler. Yıllarca, fotosentez akış şeması olarak kabul edilmiş olan bu döngünün
dışında, başka bir döngü daha bulunduğu 1960lı yıllarda bitki fizyologları tarafından
saptanmıştır. C4 dikarboksilik asit döngüsü olarak isimlendirilen bu
biyokimyasal yolla C02 indirgeyen bitkilerin yaprak damarları çevresindeki
demet kını hücrelerinde, büyük kloroplastlar bulunur. Bu ayırt edici morfolojik
özellik, yüz yıl kadar önce bulunmuş olmasına karşın, bunların, önemli bir
fizyolojik özelliğin göstergesi olduğu düşünülmemiştir. Daha da önemlisi, C4
yolunu izleyen bitkiler ışık, sıcaklık ve suya karşı, diğer bitkilere göre
farklı tepkiler gösterir. Fotosentezde karbon dioksidin indirgenmesi sırasında
iki farklı biyokimyasal yoldan birini izleyen bu iki grup bitkiye, ekolojik
işlevleri de dikkate alınarak, C3 ve C4 bitkileri adı verilmiştir.
C3 bitkilerinin fotosentez hızı (yaprak yüzeyinin birim
alanında), ışık şiddetinin ve sıcaklığın orta derecede olduğu koşullarda en
yüksek düzeydedir; sıcaklık yükseldikçe ya da ışık şiddeti arttıkça düşme
eğilimi göstermektedir. Oysa C4 bitkileri, yoğun ışığa ve yüksek sıcaklıklara
daha iyi uyum sağlamıştır. C4 bitkilerinin yüksek sıcaklık ya da yoğun ışık
şiddeti altında yaptıkları üretim, C3 bitkileri ile kıyaslandığında çok daha
fazladır. C4 bitkileri, suyu da daha verimli şekilde kullanır: Genellikle, 1
gram kuru materyal üretmek için, C3 bitkileri 400-1000 gram suya gereksinim duyarken,
C4 bitkilerinin ihtiyacı 400 gramdan azdır. Ayrıca, C4 bitkileri, C3 türlerinin
aksine, yüksek oksijen konsantrasyonları tarafından dizginlenmez. Işık şiddeti
ve sıcaklık yükseldikçe C4 bitkilerinin daha verimli olmasının nedenlerinden
biri, fotorespirasyonun daha az olmasıdır. Diğer bir deyişle, bitkide, ışık
şiddeti veya sıcaklık artışına bağlı olarak fotosentez ürünü kullanımı olmaz.
Bazı C4 bitkilerinin, böceklere karşı daha dayanıklı olduğuda bildirilmiştir.
Bu özellik, C4 bitkilerinin daha az protein içerme eğilimleri ile ilgili
olabilir. Bununla birlikte, Haines ve Hanson (1979), tuzlu bir bataklıkta, C4
bitkilerinden oluşan döküntülerin, C3 bitkilerininkine göre tüketiciler için
daha zengin bir besin kaynağı olduğunu bildirmişlerdir.
C4-tipi fotosentez yapan bitki türleri, özellikle
buğdaygiller (Graminae) familyası içinde yaygındır. Beklendiği gibi, C4
türleri, ılıman ve tropik iklim bölgelerindeki çöller ve çayırlık alanlarda
vejetasyonun baskın öğesidir. Işık şiddetinin zayıf olduğu ve sıcaklığın
çoğunlukla düşük seyrettiği ormanlık alanlarda ve kuzey enlemlerindeki bulutlu
bölgelerde nadir olarak bulunurlar. C4 bitki türleri, kuraklık koşullarına
daha dayanıklı olma eğilimindedir. Nitekim, ekosistemdeki C4 türleri, serin ve
yağışlı bölgelerden sıcak ve kurak bölgelere doğru uzanan bir gradient boyunca
artar. Örneğin, ABD’nin Orta-batı kesimlerindeki serin-nemli steplerden,
Güneybatı’nın sıcak-kurak çöllerine doğru gidildikçe C4 türlerinin yüzdesinde
artış olduğu görülmektedir. ayrıca ılıman bölge çöllerinde, C4/C3 oranının
mevsimlere göre nasıl değiştiği de verilmiştir, insan yapısı açık alanlarda
yetişen “işgalci” ya da “zararlı” ot türlerinin pek çoğu (örn., Digitaria
sanguinalis), C4 türüdür.
Fotosentetik verimlilikleri (birim yaprak alanı açısından)
düşük olmakla birlikte, dünyadaki fotosentetik üretimin büyük bölümünü C3
bitkileri yapmaktadır. Bunun nedeni, büyük olasılıkla, gölgeleme etkisinin
bulunduğu, ışık ve sıcaklığın orta düzeyde olduğu ve farklı türlerin birlikte
yetiştiği komünitelerde, C3 bitkilerinin daha rekabetçi olmalarıdır. Işık ve
sıcaklığın düşük olduğu koşullarda, C3 bitkilerinin C4 bitkilerinden daha
üstün başarı gösterdiği. Bu olgu, “Bir bütün, parçalarının toplamından
farklıdır” ilkesine güzel bir örnektir. Hayatta kalan tür, her zaman,
monokültür ortamındaki optimum koşullarda yetişince fizyolojik üstünlüğe sahip
olan tür değildir. Değişken koşullar altında -değiştiği için de optimum olmayan
koşullarda- diğer türlerle birlikte (çoklu-kültür ortamında) yetişince üstünlük
gösteren türler, daha yüksek oranda hayatta kalırlar. Diğer bir deyişle, tek
başına iken başarılı ve verimli olan bir tür, aynı performansı ekosistem içinde
gösteremeyebilir; çünkü, ekosistemde, türlerle abiyotik çevre arasındaki
etkileşimler, doğal seçilim için hayati önem taşımaktadır.
İnsanoğlunun besin olarak tükettiği bitkilerin büyük bir
bölümü (örn., buğday, pirinç, patates ve pek çok sebze), C3 bitkisidir. Bunun
nedeni, mekanize tarım için uygun bitkilerin çoğunun Kuzey Ilıman Bölge koşullarında
geliştirilmiş olmasıdır. Tropikal kökenli olan mısır, akdarı (sorghum) ve
şekerkamışı gibi bitki türleri ise C4 bitkileridir. Yapay olarak sulanan (ve
sıcaklığın yüksek olduğu) kurak bölgelerde ve Tropiklerde yetiştirilmek üzere,
daha çok C4 varyetesinin geliştirilmesi gereklidir.
Özellikle çöllere uyum sağlamış olan diğer bir fotosentez
şekli de, crassulacean asit metabolizması (CAM) dır. Kaktüsler gibi çeşitli
sukkulent çöl bitkileri, gündüz vakti sıcak saatlerde stomalarını kapalı tutar
(böylece su kaybını engeller); gece hava serinlediğinde ise stomalar açılır.
Gece vakti slomalardan içeri alman karbon dioksit, organik asitler şeklinde
(CAM ismi buradan gelmektedir), yapraklarda depolanır ve ertesi güne kadar
“bağlanmaz”. Güneş doğduktan sonra gündüz saatlerinde de, önceden biriktirilen
organik asitler kullanılarak fotosentez gerçekleşir. Bu geciktirilmiş
fotosentez, gün boyunca su kaybını önemli ölçüde azaltır; böylece, sukkulent
bitkinin su dengesi ve su depolama özelliği artmış olur.
Kemosentetik bakteriler adı verilen mikroorganizmaların
kemolitotrof oldukları kabul edilir. Bu bakteriler, hücresel bileşenlerine
karbon dioksit assimilasyonu yapabilmek için gerekli enerjiyi fotosentezle
değil, basit inorganik bileşiklerin kimyasal oksidasyonuyla sağlar (örn.,
amonyağın nitrite, nitritin nitrata, sülfitin sülfüre, ferro demirin ferrik
demire oksidasyonu gibi). Karanlıkta gelişebilirler; ancak, çoğu, oksijene
gereksinim duyar. Bu bakterilere örnek olarak Thiobacillus bakterisi (kükürtlü
su kaynaklarında bol bulunan bir kükürt bakterisi) ve azot bakterileri (azot
döngüsünde önemli görevleri olan çeşitli bakteriler) verilebilir.
Kemolitotrofların dayandığı nihai enerji kaynağı,
ototrofların fotosentezle ürettiği organik maddedir. Bu nedenle, bu canlılar,
çoğu kez, fotosentezle karbon bağlanmasından (primer üretimden) ziyade,
karbonun dönüştürülmesinde (geri kazanımında) rol alır. Bununla birlikte, 1977
yılında, deniz diplerinde kendine özgü, nadir özelliklere sahip ekosistemler ve
bu ekosistemler- de fotosentez ürününe bağımlı olmayan kemosentetik bakteriler
keşfedilmiştir. Bu ekosistemler, deniz dibinde sıcak ve mineralce zengin
kükürtlü suyun çıktığı volkanik bacaların çevresinde, tamamen karanlık
alanlarda yer almaktadır. Burada, çoğu endemik (başka hiçbir yerde bulunmayan)
türlerden oluşan deniz canlılarıyla dolu, bağımsız bir besin ağı
evrimleşmiştir. Besin zinciri, hidrojen sülfür (H.S) ve diğer kimyasalları
yükselgeyerek enerji sağlayan bakterilerle başlar. Salyangozlar ve diğer otçullar,
bu volkanik yapıların daha serin olan bölümlerinde birikmiş bakterilerle
beslenir. Ayrıca, 30 cm uzunluğunda deniz tarakları ve boylan 3 m’ye ulaşan
tüplü- solucanlar, dokularında yaşayan kemosentetik bakterilerle mutualistik
bir ilişki geliştirmişlerdir. Ekosistemde predatör olarak da yengeç ve balıklar
bulunmaktadır. Bu ekosistem ve orada bulunan komüniteler, erken jeolojik
devirlerden beri var olan ve jeotermal enerji ile kendi kendine gerçekten de
yeterli olan bir sistemi temsil etmektedir. Çünkü, ekosistem için gerekli olan
enerji kaynağı, Yerküre çekirdeğinin sıcaklığı ile indirgenmiş olan kükürt
bileşiklerinden sağlanmaktadır. Deniz dibindeki bu tip bir ekosistemin
diyagramı, Şekil ’de verilmiştir.
Konuya küresel ölçekte bakılırsa, çok hücreli canlılarda,
ototroflar ve heterotroflar arasındaki fark son derece belirgindir ve oksijen
gazı, heterotroflann büyük çoğunluğunun yaşamı için zorunludur. Bununla
birlikte, mikroorganizmalar arasında pek çok tür ve varyete (bakteriler,
mantarlar, ilkel algler ve protozoonlar) çok hücreli canlılar gibi
özelleşmemiştir. Özelleşme yerine, bu canlılar, oksijenli veya oksijensiz
ortamda, ototrof-heterotrof özellikler arasında bir ara forma veya bir geçiş
formuna uyum sağlamışlardır.
Ayrışmanın ve Ayrıştırıcı Organizmaların Tipleri
Yeryüzünün tamamı dikkate alınınca, heterotroflar tarafından
yürütülen ayrışma (katabolizma) ile ototroflar tarafından gerçekleştirilen
metabolizma (anabolizma), bu bölümün özet kısmında da belirtildiği gibi,
birbirini hemen hemen dengeler. Bununla birlikte, bu denge hali, yerel düzeyde
pek gerçekleşmez ve yöreden yöreye büyük farklılıklar gösterir. Ayrışma olayı,
genel anlamda “enerji açığa çıkaran biyotik oksidasyon” olarak kabul edilirse;
solunum, ayrışmanın en son aşaması sayılır. Solunum sürecinde oksijene ihtiyaç
duyulup duyulmadığına bağlı olarak, ayrışma tipleri üç ana gruba ayrılır. Buna
göre, aşağıda gruplanan ayrışma tipleri, fotosentez tiplerine aşağı yukarı
paralellik gösterir:
. Tip 1. Aerobik solunum: Oksijen gereklidir; çünkü, bu
süreçte oksijen gazı (moleküler oksijen), elektron alıcısıdır (oksidan).
. Tip 2. Anaerobik solunum: Oksijen gazı devrede değildir.
Organik bir bileşik veya oksijen dışında bir inorganik bileşik, elektron
alıcısıdır (oksidan).
. Tip 3. Fermentasyon: Tip 2 gibi, anaerobiktir; ancak,
oksidasyona uğrayan organik bileşik, aynı zamanda, bir elektron alıcısıdır
(oksidan).
Aerobik solunum (Tip 1), fotosentezin tersi olarak
tanımlanabilir. Bu olayda, organik madde (CH20), C02 ve H20’ya geri parçalanır
ve bu sırada enerji açığa çıkar. Bilindiği gibi canlılar, yaşamlarını sürdürmek
ve hücresel maddeleri oluşturmak için enerji kullanırlar. İleri yapılı bitki ve
hayvanların tümü, Monera ve Protista’nın çoğu, ihtiyaç duydukları bu enerjiyi,
aerobik solunumla sağlar. Organik maddenin solunumla tamamen ayrışması
sonunda, C02, H20 ve hücresel materyal oluşur. Bununla birlikte, organik
maddenin tamamı parçalanmayabilir; parçalanmayan ve enerji içeren organik
bileşikler, daha sonra diğer canlılar tarafından kullanılmak üzere depolanır.
Aerobik solunum için tipik tepkime denklemi şu şekilde belirtilir:
C6H12Os + 602 ► 6C02 + 6H20
Güneşten gelen enerjinin bir bölümünün, fotosentez sırasında
üretilen karbohidratlarda tutulup depolandığını; ayrıca, bu olay sırasında
oksijen açığa çıktığını daha önce belirtmiştik. Üretilen karbohidratın bir
bölümü (örn., C6H1206gibi monosakkarit bir şeker), bizzat üretimi yapan ototrof
tarafından kullanılır, geri kalan karbohidratlar da er geç bir heterotrof
tarafından tüketilir. Karbohidratın yapısında depolanmış olan enerji, solunum
sırasında, glikoliz ve Krebs döngüsü aracılığıyla serbest hale gelir; ayrıca,
bu olay sırasında karbon dioksit ve su açığa çıkar. Görüldüğü gibi, hemen
hemen tüm ekosistemlerde, sistemin bütünü için gerekli olan enerjiyi
fotosentetik ototroflar sağlar. Dolayısıyla da, sistemin nihai enerji kaynağı
Güneş’tir.
Oksijensiz solunum (anaerobik solunum), büyük ölçüde
bakteriler, mayalar, küf mantarları ve protozoonlar gibi saprofajlarda sınırlı
kalır [ileri yapılı hayvanların belirli dokularında da (örn., kasların
kasılması sırasında) oksijensiz solunumun gerçekleşebildiği unutulmamalıdır].
Metan bakterileri, organik veya mineral (karbonat) karbonu indirgemek
suretiyle, organik bileşikleri ayrıştıran ve metan gazı (CH4) üreten zorunlu
anaeroblardır. Genellikle “bataklık gazı” olarak bilinen metan gazı oluşumu,
bataklık tipi sucul ekosistemlerde daha yaygındır. Bu gibi sucul ekosistemlerde
üretilip önce su yüzeyine, sonra da havaya yükselen metan gazı okside olabilir
ya da alev alarak, esrarengiz alev (ve ışık) kümeleri oluşturabilir. Bu
görüntü, insanlar tarafından UFO (tanımlanamayan uçan nesneler) samlabilir!
Metan bakterileri, sığır ve diğer geviş getiren hayvanların rumeninde yemlerin
parçalanmasında da görev alır. Doğalgaz ve diğer fosil yakıtlar hızla
tüketildiğine göre; gübre veya diğer organik kaymaklardan, büyük ölçekte metan
üretimi amacıyla, bu mikroorganizmalar değerlendirilebilir.
Desulfovibrio ve sülfat indirgeyici diğer bakteri varyeteleri,
anaerobik solunum (Tip 2) yapan bakteriler arasında ayrı bir ekolojik öneme
sahiptir. Bu bakteriler, derin deniz diplerindeki çökeltilerde ve oksijensiz
(veya oksijence fakir) sularda (örn., Karadeniz’de) yaşar ve ortamdaki sülfatı
(S04), hidrojen sülfür gazına (H2S) indirger. Açığa çıkan H2S, daha sığ
çökeltilere veya yüzey sularına yükselip buralarda diğer organizmalar (örn.,
fotosentetik kükürt bakterileri) tarafından oksitlenebilir. Üretilen H2S, Fe ve
Cu gibi çok çeşitli minerallerle tepkimeye girebilir. Milyonlarca yıl önce
gerçekleşen bu çeşit mikrobiyal olaylar ve H2S tepkimeleri, bugün endüstriyel
değeri olan pek çok metal cevheri yatağının oluşmasını sağlamış olabilir. Diğer
taraftan, sülfat indirgeyici bakterilerin ürettiği H2S gazı, metal yapılan
korozyona uğratarak, her yıl milyarlarca dolarlık zarara yol açmaktadır.
Ayrışmanın üçüncü tipi olan fermentasyon (Tip 3), yine anaerobik bir solunum
şeklidir; ancak, oksidasyona uğrayan organik bileşik, aynı zamanda, elektron
alıcısı olarak görev yapar. Mayalar, fermentasyon solunum şeklini kullanan
mikroorganizmaların en iyi bilinen örnekleridir. Bunlar, ticari olarak önem
taşır; ayrıca, toprakta da bol miktarda bulunur ve bitki kalıntılarım
ayrıştırarak toprağın verimli hale gelmesine yardım ederler.
Daha önce de belirtildiği gibi, pek çok bakteri türü hem
aerobik hem de anaerobik solunum yapabilme yeteneğine sahiptir. Bu iki
reaksiyon tipinin son (nihai) ürünleri birbirinden farklıdır ve anaerobik
koşullarda açığa çıkan enerji miktarı, diğerine göre çok daha azdır. Örneğin,
aynı bakteri türü, Aerobacter, karbon kaymağı olarak glikoz verilip hem
anaerobik hem de aerobik koşullarda yetiştirilebilir. Oksijenli (aerobik)
ortamda, glikozun hemen hemen tamamı, bakteriyel biyokütleye ve C02’ye çevrilirken;
oksijensiz (anaerobik) ortamda, ayrışma tam olarak gerçekleşmez ve glikozun çok
daha az bir bölümü hücresel karbona ve bir dizi diğer organik bileşiğe (etanol,
formik asit, asetik asit ve butandiol gibi) dönüştürülür. Geride kalan glikozun
(ya da organik bileşiğin) daha ileri düzeyde parçalanması (oksidasyonu) ve
içindeki enerjinin açığa çıkarılabilmesi için, özelleşmiş başka bakteri
türlerine ihtiyaç vardır. Toprak ve çökeltilere çok miktarda organik döküntü
girdisi olursa; orada yaşayan ve bunları ayrıştıran aerobik canlılar (bakteri,
mantar, protozoonlar ve diğer organizmalar), ortamdaki mevcut oksijeni hızla
tüketir. Oksijen tüketimi, ortama oksijen girişinden (difüzyonundan) daha hızlı
olunca, anaerobik koşullar meydana gelir. Bu durumda, aerobik organizmalar
çalışamaz hale gelse de, ayrışma tamamen sona ermez. Ortamda, genellikle,
anaerobik solunum yapan yeterince mikroorganizma çeşitliliği vardır ve bunlar
sayesinde, daha düşük bir hızla da olsa, ayrışma devam eder.
Mikrokozmlar, Mezokozmlar ve Makrokozmlar
Konu özeti
Kozmos; “evren”, “düzenli sistem” anlamına gelir.
Mikrokozmlar -bir akvaryumda olduğu gibi- kendi kendine yeterli olabilen,
“küçük dünyalar” ya da küçük ekosistemleri ifade eder. Bunlar, gerçek doğal
ekosistemlerin özelliklerini anlamak için kullanılan küçük ölçekli modellerdir
ve mikroekosistemler olarak kabul edilebilirler. Daha büyük ölçekli deney
tankları veya doğal ortamda kontrol altına alınan düzenekler ise mezokozm
(“orta ölçekli dünya”) adını alır. Mezokozmlar; ışık ve sıcaklık gibi doğal
çevresel faktörlerin etkisi altında oldukları ve karmaşık yaşam süreçleri olan
daha büyük ve daha ileri yapılı canlıları içerdikleri için, mikrokozmlara
kıyasla daha gerçekçi deneysel ekosistem modelleridir. Geniş alan kaplayan bir
su akış havzası, bir doğal peyzaj ya da tüm Yerküre ise, birer makrokozmdur
(doğal ekosistem veya “büyük” dünya). Kuşkusuz ki, gerçek olan ve referans
alınması gereken sistemler, doğal ekosistemlerdir.
İnsanoğlu, kendi kendine gerçekten yeterli olabilen mikrokozm
ya da mezokozm arayışını sürdürmektedir. Örneğin, Biyosfer-2 adıyla bilinen
çalışmalar, insanoğlunu da içine alan ve biyolojik olarak kendi kendini
yenileyebilen (biyorejeneratif olan) bir mezokozm arayışına önemli bir
örnektir. Ay’da veya yakınımızdaki gezegenlerde kurulabilecek yaşam alanları
için, kapalı bir sistem oluşturmak üzere Yerküremde inşa edilen Biyosfer-2, ilk
girişimdir. Günümüzde kullanılmakta olan uzay gemisi ve uzay istasyonları,
kendi kendine yetebilen durumda değildir; bu sistemler, Dünya’dan sık sık yeni
kaynaklar ulaştırılmadığı sürece, uzayda yalnızca kısa bir süre
kalabilmektedir. İnsan yapısı bir sistemin veya “sentesferi’in, (Severinghaus
ve ark. 1994), kendine yeterli ve sürdürülebilir olması için; böyle bir
sistemin tasarımı sırasında, doğal yolla evrimleşmiş olan biyosferin
özellikleri ve oradaki süreçler dikkate alınmalıdır.
Açıklamalar ve Örnekler
Laboratuvar koşullarında, iki yolla mikrokozm
oluşturulabilir: (l)Doğal ortamdan alman örneklerin kültür ortamında çoğaltılması;
(2)Arzu edilen kombinasyona ulaşılmcaya kadar, aksenik (diğer canlıların
bulunmadığı, saf) kültürlerden, her bir türün ortama eklenmesi. Bu sistemler,
oldukça sınırlı bir hacme ve/veya alana sahip kültür ortamlarıdır. Sistem için
gerekli ışık ve sıcaklık koşulları araştırıcı tarafından belirlenir. Bu
düzeneğe konulan canlılar, uzun süre yaşayıp sistemdeki işlevlerini
sürdürebilir; ancak, böyle bir düzenek, oldukça “yalın” ve “basitleştirilmiş”
düzeydedir. Böyle sistemlerin kurulma amacı, genellikle, belirli bazı dış ortam
koşullarını benzeşim yoluyla sınırlı oranda oluşturmak ve bazı bilgileri elde
etmektir. Örneğin, Şekil ‘de görülen mikrokozm, bir atık su arıtma havuzundan
alınan maddelerle, o havuzun bir modeli olacak şekilde düzenlenmiştir.
İnsan yapısı mikroekosistemlerde karşılaşılan sorunlardan
biri, ortamdaki canlıların tümünün -özellikle de, bakterilerin-
belirlenmesinin güç olmasıdır. Mikrokozmların geliştirilmesi ve ekolojik
araştırmalar için kullanılmasında, H. T. Odum ve öğrencileri öncülük etmiştir.
Aksenik yaklaşımda, oluşturulmak istenen sistem; üzerinde
dikkatlice çalışılmış ve önceden izole edilmiş bileşenlerin eklenmesiyle
kurulur. Elde edilen kültürler, genellikle, gnotobiyotiktir (gnosis= bilgi,
bilmek); çünkü, sistemin tam kompozisyonu (bakterilerin varlık veya yokluğu)
bilinmektedir. Gnotobiyotik kültürler, çoğu kez bir türün veya suşun beslenmesini,
biyokimyasal ve diğer özelliklerini araştırmak ya da türler arasındaki
etkileşimleri incelemek amacıyla kullanılır. Bunun yanı sıra, ekologlar, kendi
kendine yetebilen ekosistemleri geliştirebilmek için, daha karmaşık
poliaksenik kültürlerle de deneyler yapmaktadır. Ekologların gerçek dünyada,
göller ve diğer büyük ekosistemlerde yaptıkları araştırmaları iki yaklaşım
(bütüncü ve parçasal yaklaşımlar) çerçevesinde yürüttüklerini daha önce
görmüştük. İşte, laboratuvar mikroekosistemlerinde izlenen ve yukarıda kısaca
belirtilen iki karşıt yaklaşım, bütüncü ve parçasal yaklaşımlara paralellik
göstermektedir.
Konu ile ilgili olarak, "denge halindeki” balık
akvaryumu örneğini inceleyelim. Bir akvaryumda, balıkların su ve bitkilere
oranı düşük olursa, sisteme giren ve çıkan gazlar ve besinler için uygun bir
denge sağlanabilir. Robert Warington, 1851 yılında yaptığı bir denemede,
yaklaşık 45 litrelik bir akvaryuma, bol miktarda su otu (Vallisneria sp.),
birkaç salyangoz, koşullara uygun çeşitli mikroorganizmalar ve sadece birkaç
tane altın balığı (goldfish) bırakmıştır. Bu denemede, “hayvanlar ve bitkiler
alemi arasında, mükemmel ve özenilecek bir denge kurulduğu” bildirilmiştir
(Warington 1851). Araştırıcı, bu insan tasarımlı sistemde, balıklar ve bitkilerin
işlevlerini ve karşılıklı rollerini açıkça belirtmiştir: Döküntülerle beslenen
(detritivor) salyongozun “vejetasyon parçalarının ve mukusun ayrıştırılmasında”
rol oynadığını; böylece, “zararlı olabilecek bir yapıyı, bitkilerin yetişmesi
için zengin, verimli ve besinlerin kolaylıkla absorbe edilebileceği bir ürüne
dönüştürdüğünü” ortaya koymuştur. Akvaryum koşullarında “denge sağlama”
girişimlerinde yapılan yaygın hata, ortamdaki kaynaklara göre, sisteme çok
fazla sayıda balık konulmasıdır. Bu durum, aşın populasyon artışının olumsuz
sonuçlarına bir örnektir ve başarısızlık kaçınılmazdır. Orta büyüklükte bir
balığın, kendine yetebilmesi için, bol miktarda suya ve besin sağlayacak
yeterli miktarda canlıya ihtiyacı vardır (Warington’un “mükemmel” havuzunda,
ancak çok az sayıda balık, buna karşın birçok farklı türün bulunduğunu
hatırlayınız). Ev, işyeri veya okul gibi mekanlarda “balıkları izlemek"
için kurulan akvaryumlarda, sisteme belirli aralıklarla dış destek verilmesi
(besin, havalandırma, temizlik) zorunludur. Ortama çok sayıda balık konulması
halinde, bu desteğin yoğunluğu daha da artar. Diğer bir deyişle, amatör bir
balık yetiştiricisi, iyi bir akvaryum kurmayı ancak ekosistem bilimi yardımıyla
başaracaktır. Balıklar -ve insanoğlu- tahmin ettiğimizden daha fazla alana
ihtiyaç duyarlar!
Mezokozmlar, laboratuvarlardaki kültür sistemleri
(mikrokozmlar) ile doğadaki çok daha büyük, gerçek (doğal)
ekosistemler/peyzajlar arasında yer alan “orta büyüklükteki” deneysel
sistemlerdir. Su kanalları ve dış ortama yerleştirilen büyük su tankları, en
çok kullanılan sucul mezokozm örnekleridir. Karasal ortamlarda, belirli
sınırlarla çevresinden aynlan alanlar da, kullanımı giderek artan mezokozm
nitelikli karasal ekosistemlerdir.
Etrafı belirli sınırlarla çevrili karasal mezokozmlar,
çeşitli amaçlar için kullanılmakta ve önemli bilgiler elde edilmektedir.
Yangın, pestisit uygulaması ve gübrelemenin tüm ekosistemdeki etkilerinin
değerlendirilmesinde mezokozmlardan yararlanılır. Bunun yanı sıra, agroekoloji
ve peyzaj ekolojisinde hipotezlerin ortaya konulması ve test edilmesinde
mezokozmların yararlı olduğu görülmüştür. Örneğin, Barrett (1968), bir çayırlık
alan mezokozmunda akut insektisit stresinin etkilerini incelerken, insektisit
uygulamasının kısa vadede “hedefteki” bitki yiyen (fitofagoz) böcekleri
azalttığım; ancak, bunun yanında, bazı olumsuz etkilere de yol açtığını
belirlemiştir. Örneğin, uzun vadede, bitki döküntülerinin ayrışma hızında
yavaşlama, küçük memeli hayvanların (örn., Sigmodon hispidus) üremesinde
gecikme ve predatör (faydalı) böceklerin tür çeşitliliğinde azalma olmuştur.
Dolayısıyla, bu mezokozm yaklaşımı, “tercih edilen, önerilen” bir insektisit
uygulamasının, sistem bir bütün olarak ele alındığında, sistemin dinamiklerini
nasıl etkilediğini göstermiştir.
Mikro- ve mezoekosistem yaklaşımıyla yapılan araştırmalar,
doğanın gözlenmesi sırasında ortaya atılan ekolojik hipotezlerin test
edilmesinde de yararlı olmaktadır. Örneğin, “habitatın parçalara ayrılması
(fragmentasyon), tarla faresi (Microtus pennsylvanicus) populasyon dinamiğini
ne şekilde etkilemektedir?” sorusu, karasal mezokozmlarla açıklanmaya
çalışılmıştır. Bu deney sonucunda, toplam büyüklüğü aynı olan habitatlardan,
parçalanmış olanda, dişi tarla faresi sayısının, erkeklerden daha fazla olduğu
saptanmış; populasyonun sosyal yapısının fragmentasyondan etkilendiği
gösterilmiştir. Bu çalışmadan elde edilen bulgular, habitat parçalanmasının,
belirli türler üzerinde hem olumlu hem de olumsuz etkileri olabileceğini
göstermiştir. Bundan sonraki bölümlerde, mikrokozm ve mezokozm
yaklaşımlarının, temel ekolojik ilkelerin belirlenmesi ve aydınlatılmasına
nasıl yardımcı olduğuna ait örnekler görülecektir.
Bir Ekosistem olarak Uzay Gemisi
Bir ekosistem modelini gözümüzde canlandırmanın yollarından
biri, uzay yolculuğunu düşünmektir. Ay’a gidiş-geliş gibi birkaç gün veya
birkaç hafta süren yolculuklar için, kendi kendine tam yeterli olan bir
ekosisteme ihtiyaç duymayabiliriz; çünkü, bu tip uzay yolculuklarında yeterli
oksijen ve besini yanımıza alabilir, bu süre içinde ürettiğimiz C02 ve diğer
atık ürünleri depolayabilir veya zararsız hale getirilmesini sağlayabiliriz.
Buna karşın, uzayı keşfetmek amacıyla biyosferden uzun süreyle ayrıldığımız
takdirde, güneş ışığını enerji kaynağı olarak kullanıp tüm yaşamsal
ihtiyaçlarımızı karşılayabilen, belirli sınırlarla çevrili ve kendine yeterli
kapalı bir sistemin oluşturulması zorunludur. Uzak gezegenlere ulaşma veya uzay
kolonileri kurma gibi uzun süreli yolculuklar için; yaşamsal önemi olan tüm
abiyotik maddeler ile bunların sistem içinde geri- dönüşümünü sağlayan ve
biyolojik olarak yenilenebilme (rejeneratif) özelliği taşıyan bir uzay
gemisinin tasarlanması gerekmektedir. Ekosistemde, üretim, tüketim ve ayrışma
gibi vazgeçilmez yaşamsal işlemlerin, sistemdeki biyotik bileşenler veya bu
işlevleri yerine getirebilen mekanik sistemler tarafından, dengeli bir şekilde
yürütülmesi de zorunludur. İşte, kendi kendine yeterli olabilen böyle bir uzay
gemisine, gerçek anlamda, bir insan mezokozmu gözüyle bakılabilir.
Bugüne kadar, insan(lar)la birlikte uzaya gönderilen tüm
uzay gemilerinin yaşam-destek modülleri, depolama tipindedir. Bazı durumlarda,
su ve atmosferik gazlar, fizikokimyasal yollarla kısmen yenilenerek
üretilmiştir. Yolculuk sırasında insanın alg ve hidrojen bakterileri gibi
mikroorganizmalardan yararlanma olanakları dikkate alınmış; ancak, bunda
başarılı olunamamıştır. Yerküreden destek almaksızın, uzayda yaşamım uzun süre
devam ettirebilecek, tümüyle kendini yenileyebilen bir ekosistem yapılması için
dikkat edilmesi gereken noktalar vardır: Böyle bir mezokozm içinde büyük
canlılar -özellikle besin üretimi için-, tür ve habitat çeşitliliği ve
herşeyden önemlisi fazla miktarda hava ve su bulunmalıdır. Daha önce
belirttiğimiz gibi balıklar ve insanoğlu düşündüğümüzden daha fazla alana
ihtiyaç duyarlar! Bu nedenle, uzaya gönderilecek bir mezokozm içinde geleneksel
tanında kullanılan canlı birliklerinin ve diğer bitki komünitelerinin benzerleri
yer almalıdır.
Bilindiği gibi Yerküre ekosisteminde atmosfer ve okyanuslar,
bir bütün olarak, biyosferi belirli bir dengede ve kararlı bir yapıda tutmak
için tamponlayıcı görev yapar. Uzaya gönderilmesi düşünülen mezokozm için
kritik soru, bu sistemde atmosfer ve okyanusların tamponlayıcı etkisinin nasıl
sağlanacağıdır. Yerküre’de karasal alanın her m2’si başına; 1000 m3’ten fazla
atmosfer, hemen hemen 10,000 m3 deniz suyu ve bol miktarda vejetasyon,
toparlayıcı, düzenleyici ve dönüştürücü olarak görev yapar. Bir mezokozm içine
bu miktarlarda deniz suyu ve havanın sığdırılması mümkün olmadığına göre, tek
çıkar yol, uzay gemisindeki bu tamponlayıcı etkinin bir kısmının, güneş
enerjisi (ve belki atom enerjisi) kullanılarak mekanik yolla sağlanmasıdır. Ulusal
Havacılık ve Uzay İdaresi'ne göre (The National Aeronautics and Space
Administration: NASA), “Madde giriş veya çıkışma tümüyle kapalı, geri-dönüşümü
kendi içinde tam olarak sağlanan ve tümüyle kendi biyolojik bileşenleri
tarafından kontrol edilen yapay bir ekosistemin oluşturulabilmesi tartışma
konusudur”. Bununla birlikte, 1991-1993 yıllarında, uzayda değil ama Yerküre
üzerine “tutunmuş” olarak bir mezokozm prototipi inşa edilmiştir. Biyosfer-2
adı verilen bu prototip ile ilgili çalışmalar, NASA’dan tamamen bağımsız
olarak, özel fonlar tarafından desteklenmiştir. Aşağıda, Biyosfer-2’nin öyküsü
özetlenmiştir.
Biyosfer-2 Denemesi
Bir, grup insan Ay’da veya Mars’ta yerleşmek isterse,
bunların biyolojik yenilenmeler (biyorejeneratif) yoluyla desteklenebilmesi
(yani, orada kendi kendilerine yeterli olabilmeleri) için gerçekten neler
gereklidir? Bu soruyu yanıtlayabilmek için Biyosfer-2 adı verilen bir kapsül
(yaşam-destek birimi) inşa edilmiştir. Kapsül, Dünya’ya “bağlı” olarak Arizona
Eyaleti’nde Tucson kentinin 50 kilometre kuzeyinde Sonoran Çölü’nde yapılmıştır
(Yerküre Biyosfer-1 olarak kabul edilmiş ve bu kapsül, Biyosfer-2 olarak
isimlendirilmiştir). İç alanı 12700 m2 büyüklüğünde, hava geçirmez, camla
kaplı, dışarıya tamamen kapalı bir sistem ve bu sistemin dışında yer alan diğer
destekleyici yapılar, Şekil 2-21’de görülmektedir. Gönüllü sekiz insan, 1991
yılı sonbaharında, dışarıyla hiçbir madde alışverişi olmadan, iki yıl boyunca
kalacakları kapsüle yerleştirilmiştir. İçeride kalanlara, dışardan yalnızca
yaşam-destek sistemi için gerekli olan enerji akışı, ve sınırsız bilgi
alışverişi (radyo, televizyon ve telefon yoluyla) sağlanmıştır.
Biyosfer-2’nin içindeki alanın yaklaşık %80’i, yağmur
ormanından çöle kadar değişen, altı farklı doğal habitatı (doğal alan) temsil
edecek şekilde düzenlenmiştir. Bu değişik habitat tipleri, sisteme önemli bir
biyoçeşitlilik sağlamaktadır. Beklendiği gibi, kapalı sisteme konulan bazı
türler ortama uyum sağlarken, bazıları uyum sağlayamayıp yok olmuştur. Alanın
%16’sı (yaklaşık 2000 m2’si), tarım ürünlerinin yetiştirilmesi için ayrılmıştır
(tarımsal alan). Burada bitkilerin yanı sıra tavuk, keçi ve domuz gibi az
sayıda hayvan yetiştirilmişi elde edilen süt ve et, gönüllülerin düşük
kolesterollü diyetine katkıda bulunmuştur. Sekiz kişinin odalarının bulunduğu
insan habitatı (kentsel alan) için tüm alanın yalnızca %4’ü ayrılmıştır. Bu
durumda sistemin iç alanı; doğal, tarımsal ve kentsel alanlar olmak üzere üç
temel çevre tipine göre tasarlanmıştır (bu oranlar ABD’deki arazi kullanımına
benzerdir). Biyosfer-2’deki “kentsel alan”da, Biyosfer-]’deki gibi taşıtlar
veya kirliliğe neden olan endüstriler yoktur. Eğer bunlar da olsaydı ve/veya
populasyon artsaydı, yaşam desteği sağlayan çok daha geniş çevreye ihtiyaç
duyulacaktı.
"Biyosfer-2’li” sekiz kişi, 1993 yılı sonbaharında iki
yıllık izolasyondan sonra, hâlâ birbirlerine küsmemiş ve başlangıçtakinden daha
sağlıklı bir şekilde dışarı çıkmışlardır. Sistem içinde hava ve su dolaşımı,
geri dönüşüm, ısıtma, soğutma vb işlemleri gerçekleştiren karmaşık cihazlar,
deneme boyunca etkin bir şekilde çalıştırılmıştır. Güneş enerjisi girdisi,
sistem içinde güneş ışığı alan yerlerde özel kaplarda yetiştirilen muz
bitkileri de dahil, sebze ve meyve bahçeleri için yeterli olmuştur. Ne yazık
ki, toplam fotosentez, 02- C02 dengesini sağlamaya yetmemiş; bu nedenle, son
altı ay boyunca, oksijen azlığına bağlı “yükseklik hastalığı”nı önlemek
amacıyla, sisteme dışarıdan oksijen desteği verilmiştir. Oksijen üretimi
beklenenden az, tüketimi de fazla olmuştur; bunun nedenleri, camların, güneş
ışığının geçişini azaltması, dışarıda gökyüzünün beklenenden daha bulutlu
olması ve tarımsal bölümde bol miktarda organik toprak bulunmasıdır.
Biyosfer-2 sistemi içinde yaşayan kişiler, gönüllülük esasına
göre alınmışlardır. Bu kişiler; tüm besinlerini yetiştirme, cihazları kontrol
etme ve birlikte çalışabilme yeteneklerinin yanı sıra, iki yıl boyunca bu
kapalı ortamda yaşamayı kabul eden insanlar arasından seçilmişlerdir. Bazı
bilim insanları, gönüllülerin yetişmiş araştırıcılar olmaması nedeniyle,
yapılan çalışmaların “gerçek bilim” olmadığı yönünde Biyosfer-2 denemesini
eleştirmişlerdir. Bu eleştirinin temelini oluşturan neden, gün-içi çalışma
programında araştırma için ayrılan süre olabilir; çünkü, içerideki kişiler,
uyanık oldukları sürenin yaklaşık %45’inde besin maddesi üretimi ve
hazırlanması, %25’inde bakım ve onarım, %20’sinde iletişim ve ancak %5’inde
küçük araştırma projelerine zaman ayırabilmiştir. Dinlenme ve eğlenme için
ise, geride kısa bir süre (%5) kalmıştır, insan ekolojisi ve çevre mühendisliği
açısından değerlendirildiğinde, Biyosfer-2 denemesi başarılı olmuştur. Her
şeyden önce, bu denemeyle, Dünya’dan sürekli destek almaksızın, uzayda insan
yaşamını sürdürmenin ne kadar güç ve pahalı olacağı gösterilmiştir. Bu mezokozm
yaklaşımı, ayrıca, doğal ekosistemlerin insanoğluna sağladığı, fakat günlük
yaşamımızda hiç fark etmediğimiz ekosistem hizmetlerinin değerini de ortaya
koymuştur. Ne yazık ki, Biyosfer-2’nin, bir deneysel araştırma birimi (bir
mezokozm) olarak geleceği belli değildir.
İnsanoğlu bugüne kadar, kendi kendine yeterli bir mezokozm
oluşturacak düzeyde bilgiye sahip olamamıştır; gerçi, bu bilgilere ulaşılsa
bile, böyle bir sistemin oluşturulabilmesi, ekonomik bakımdan da kuşkulu
görünmektedir. Bu gerçeklere karşın, uzayda insan kolonileri kurulmasını
savunan ateşli taraftarlar da vardır. Bu kişiler, yirmi birinci yüzyıl içinde
milyonlarca insanın uzayda kurulacak kolonilerde yaşayacağını iddia etmektedir.
Üstelik, Yerküre insanlarının uğraşmak zorunda olduğu zararlı böcek ve
istenmeyen diğer canlılardan arındırılmış bu kolonilerde özenle seçilmiş ve
birbirini destekleyen bir canlılar topluluğu (biyota) oluşacaktır. Bu
taraftarlara göre, “keşfedilmemiş sınır ötesi alanlar”ın başarılı
kolonizasyonuyla, insan populasyonu büyümeye ve bolluk içinde yaşamaya devam
edecektir. Oysa, Yerküre’nin tükenmiş kaynaklan ve bozulmuş yapısı, bu
olanakları canlılara sunmaya devam edemeyecektir. Uzayda böyle bir gelişmeyi
desteklemek için, güneş enerjisi ile birlikte, Ay gibi uydular ve astroidlerin
mineral zenginliğinden de yararlanılabileceği düşünülmektedir... Ancak böyle
bir mezokozm içinde, değişik sosyal, ekonomik ve politik sorunlar ortaya
çıkacak; biyolojik döngülerin aksaması, kirlenme ve bunları izleyen diğer
sorunlar nedeniyle, yaşam gerçekten dehşet verici bir hal alacaktır. Değişik
sosyo- politik güçlerin, Yerküre’de insan yaşamını ve gelişmesini ne ölçüde
şekillendirdiği ve sınırlandırdığı, kitabın bundan sonraki bölümlerinde ele alınacaktır.
Biyosferimizin değişik sorunlarla karşı karşıya olduğu ve Yerküre’de uygun
habitatlann gittikçe parçalanıp bozulduğu doğrudur. Bütün bunlara karşın,
ölmekte olan bir biyosferden kaçıp uzayda koloniler kurma hayalleri yerine,
bize sonsuz ekosistem desteği sunan Yerküre’yi koruma planlan yapmak çok daha
akılcı ve sağduyulu bir yaklaşımdır. Yapılan hatalar ve bunlar için çözümler
ortaya konmadıkça, kurulacak kolonilerin akıbetinin de, Yeryüzü’ndekinden
farklı olması beklenemez.
Yorumlar
Yorum Gönder