*
Some animal behavior
**
Hayvanlarda
davranışın evrimini ve mekanizmalarını inceleyen bilim dalı, davranış bilimi
adını alır.
Davranış gibi soyut bir kavramın dölden döle kalıtılabildiği
düşüncesi her dönemde tartışma konusu olmuştur. Ancak onsekizinci ve
ondokuzuncu yüzyıllarda doğa bilimciler bu konuda yaptıkları binlerce gözleme
ilişkin bibliyografik verileri ortaya koymuş ve Darwin, döller arasında
kalıtıldığı çok belirgin olan pek çok uyumsal davranış örneğine dikkat
çekmiştir. Darwin için en ikna edici örnek başka türden kuşların yuvalarına,
kendi yumurtalarından birer tane bırakan Avrupa guguk kuşu kuşunun hayat
hikayesi olmuştur. Birkaç alternatif yabancı yuvadan birine bırakılan guguk
kuşu yumurtasından yavru çıkar çıkmaz, daha gözleri bile açılmadan yuvaya ait
asıl yumurtaları ve yavrulan dışarı atar. Yuvanın sahibi olan ebeveyn kuşlar,
bu kuşun kendi yavrulan olmadığını anlayamaz, yavru guguk kuşu tüylenene kadar,
hatta kendilerinin birkaç katı büyüklüğe erişene kadar onu beslemeye ve ona
bakmaya devam ederler. Erginleşen guguk kuşu, o zamana kadar kendi türünden
bir erkeği ya da dişiyi büyük olasılıkla hiç görmemiş ve sesini duymamış olduğu
halde, ilkbaharda tamamen kendi türünden bir eş bulabilir, ona kur yapabilir
ve onunla çiftleşebilir.
Darwin, guguk kuşunun, öğrenmek için hiç fırsatı olmadığı
halde nasıl olup da yapması gereken herşeyi kusursuzca ve tam zamanında
yapabildiğini merak etti. Örneğin yumurtasını birkaç yabancı türden birinin
yuvasına bırakacak olan dişi guguk kuşu, bu yuvanın yerini bulabilmek için, bu
türün dış görünüşünü öğrenmelidir. Peki birşeyi öğrenmesi gerektiğinde, kuş
nasıl olup da sadece hatırlaması gereken bilgiyi öğrenmeye odaklanmakta ve
etrafında kendi işine yaramayacak olan yığınla veriyi gözardı etmeyi
“bilebilmektedir” ? Yavru guguk kuşu kendisine gerekli temel “talimatları”
kalıtım yoluyla - yani gelişimi esnasında sinir sisteminin oluşumunu
yönlendiren genleriyle- almış olmalıdır. Öğrenme ve davranışı yönlendiren bu
kalıtsal talimatlar genelde içgüdü olarak bilinir; guguk kuşu örneğinde
gördüğümüz ve büyük ölçüde kalıtılmış mekanizmalara dayanan davranış tipi de
doğuştan gelen davranış ya da içgüdüsel davranış olarak tanımlanır.
Herhangi bir davranışı tamamiyle içgüdüsel ya da tamamiyle
öğrenilmiş olarak sınıflamak mümkün değildir: öğrenmeye dayalı davranışların
çoğunluğu esneklik gösterir, buna karşılık belirli çevre koşullarına uyum için
evrimleşen en katı otomatik davranış bile doğuştan varolan bir takım
mekanizmalar tarafından yönlendirilir. O halde içgüdü', davranışları
düzenleyen ve yönlendiren, kalıtılmış, genetik olarak özgünleşmiş nöral bir
olgu şeklinde tanımlanabilir. Bu yolla ortaya çıkan davranış ise en azından
kısmen içgüdüseldir.
DAVRANIŞIN TEMEL EĞELERİ
DUYUM YETENEKLERİ
Avusturya’lı ünlü zoolog Kari von Frisch'in 1915’lerde,
hayvnlarının insanlardan çok daha geniş bir duyumsal deneyim sahibi olduğunu
keşfetmesi, davranışla ilişkili araştırmalarda en önemli dönüm noktası oldu.
Von Frisch çiçeklerin niçin renkli olduğunu merak ediyordu. Böceklerin
renkleri görebildiği ve renkli çiçeklerin tozlaştırıcı böceklere çekici
göründüğü düşüncesi yüzyılın başlarına kadar pek itibar görmedi. Yine de von
Frisch, bu düşünceyi sınamaya karar verdi. Bilinen fizyolojik ya da biyokimyasal
yöntemleri bir kenara bırakıp yeni bir gelenek başlattı ve deneylerinde kendi
yarattığı davranış testlerini kullandı. Önce balarılarını, mavi bir kartın
üzerine yerleştirdiği cam kaptan şekerli su yani besin toplamaya alıştırdı.
Sonra kartı ve şekerli su kabını kaldırıp, yerine çeşitli tonlardaki gri
kartları dizdi. Bu kartların arasına bir tane de mavi kart ekledi ve
herbirinin üzerine boş cam kaplar yerleştirdi (Şekil 38.3). Görme yetenekleri
gerçekten siyah ve beyazla sınırlı ise, arıların, gri tonlarından en az biri
ile mavi rengi karıştıracaklarını düşünüyordu. Halbuki arılar, tanımayı
öğrendikleri kartın rengini ayırdetmekte hiç güçlük çekmediler.
Sonraki çalışmalar, arıların, -kırmızı renk körü oldukları
için- kırmızı ile koyu griyi ayırt edemediğini; fakat ultraviyole (UV) renk
spektrumunu gayet iyi ayırt edecek şekilde geniş bir görüş alanına sahip
olduğunu ortaya koydu. Bu bulgudan hareketle dünyayı UV filtreleri ile
incelemeye ve arıların neleri görebildiğini anlamaya çalışan von Firsch, arılar
aracılığıyla tozlaşan çiçeklerin ortalarının, UV filtresiyle koyu renkli
göründüğünü ve belirgin şekilde bir boğa-gözü biçiminde olduğunu keşfetti.
Daha sonraları, öğrencileriyle birlikte arıların diğer bazı sıradışı
yeteneklere de sahip olduğunu buldu. Bu bulgulara göre arılar; ışığın
polarizasyon yönünü görüyor, insanların duyamadığı sesleri ayırdedebiliyor,
karbon dioksiti, nemi ve insan burnu için çok zayıf olan kokuları duyabiliyor,
yeryüzünün manyetik alanını hissedebiliyordu. Von Frisch ve onu izleyen
araştırmacıların çalışmaları, çeşitli hayvanların duyu organlarının, onlara,
özel yaşamsal gereksinmelerini karşılamaya yarayacak duyum deneyimleri
kazandıracak şekilde evrimleştigini ortaya koymuştur.
ANAHTAR UYARI = İŞARET UYARISI VE BAŞLATICILAR
Von Frisch ve diğerlerinin keşiflerinin ardından
Avusturya’lı doğa bilimci Konrad Lorenz; çeşitli hayvanların duyum yetenekleri
birbirine denk olduğu ve hepsi aynı şeyi algıladığı halde, beyinlerinin bu
algılananları farklı şekilde yorumlayabileceğini farketti.
Bu keşif, 1930'larda Lorenz’in bir gözlemi üzerine
gerçekleşti: Lorenz,.ne zaman elinde aşağı doğru sarkan siyah bir şey taşısa
evcil kargalarının saldırısına uğruyordu. Kendileri de siyah olan bu kuşlar,
asılı vaziyette sallanan siyah nesneler gördüklerinde bunları tehlikede olan
hemcinsleri sanıyorlardı. Lorenz, diğer durumlarda birbirlerini birey olarak
ayırdetmekte güçlük çekmeyen kuşların, bu özel durumda görüntünün büyük kısmını
gözardı ederek sadece küçük bir ayrıntısı üzerinde odaklandığını (bunun da
kuşlar için yanıltıcı olabildiğini) düşündü.
Bu olayı daha ayrıntılı olarak inceleyen Lorenz ve davranış
bilimci Niko Tinbergen, bir çok hayvanın belirli uyarılara ileri derecede
duyarlı olduğunu buldular. Örneğin golyan balığı gibi yaygın dikenlibalıkların
erkeği ve dişisi, çiftleşme bölgesine girmiş olan erkekleri vücutlarının yan
yüzeyindeki kırmızı çizgiden ayırdeder. Dikenlibalıklar bu kırmızı çizgi
işaretine o kadar fazla uyum sağlamıştır ki; kendilerine çiftleşebilecek erkeği
bulmada yardımcı olabilccck şekil ve büyüklük gibi diğer ipuçlarıyla hiç
ilgilenmezler. Tinbergen, çiftleşme bölgesinde bulunan ve akvaryumlarının yan
tarafından kırmızı renkteki İngiliz posta kamyonlarının geçtiğini gören erkek
dikenlibalıkların bu kamyonlara saldırmaya çalıştıklarını bildirmiştir.
Davranış terimlerinden biri olan anahtar uyarısı, kırmızı çizgi örneğindeki
gibi belirli bir davranışa neden olan herhangi bir basit uyarıdır. Belirli bir
davranış tepkisinin, yine belirli bir anahtar uyarısıyla ortaya çıktığı
Lorenz’in şu gözlemi ile ispatlanmıştır: bir tavuk civcivini rahatça görebilse
bile, onun yardım istediğini sadece civcivin tehlike belirten özel bir
seslenişinden anlayabilir.
Hayvanlar alemindeki bütün davranışlar, anahtar uyarısı ile
düzenlenmektedir. Martı ve kaz gibi yuvalarını yerde yapan kuşlar,
yumurtalarını içgüdüsel olarak döndürürler -bu davranış embriyoların
yumurtanın kabuğun a yapışmasını engeller-ve bu işlem sırasında yuvadan
uzaklaşmış olan yumurtaları özenle yuvaya geri yuvarlarlar. Ancak bu kuşlar
pil, golf topu, bira şişesi gibi yuvarlak nesneleri de yumurtaları zannederek
yuvalarına yuvarlarlar. Benzer şekilde erkek ardıç kuşları üreme mevsiminde
kendi bölgelerindeki bütün kırmızı renkli nesnelere saldırır. Bu kuşların
görünüşte uygun olmayan uyarılara yanıt oluşturması, iyi görmedikleri anlamına
gelmez. Aksine, bu ve buna benzer mekanik davranış örnekleriyle yapılan
deneyler, belirli uyarıların belirli bir özel davranışı tetiklediğini
göstermiştir; çünkü hedef organizma bu tür uyarılar karşısında aşırı bir nöral
duyarlılığa sahiptir. İşaret uyarıları, özgün davranışların ortaya çıkışını
başlattığı için sıklıkla başlatıcı olarak adlandırılırlar.
Bir davranış; incelenen organizmanın duyum yeteneklerine
bağlı olarak, pek çok duyum çeşidinden birine yönelik bir başlatıcıdan
kaynaklanmış olabilir. Örneğin feromonlar yani özelleşmiş reseptör hücrelerinin
duyarlı olduğu kokular sıklıkla başlatıcı olarak görev yaparlar.
Denizyıldızının kokusu Aplysia' da kaçma tepkisine yol açar ve bu koku bir
feromondur. Sesler de başlatıcı olarak iş görebilir. Örneğin, dişi sivrisineğin
hızla kanat çırpması sırasında oluşan yüksek frekanslı sesler, aynı türün
erkeklerini cezbederek eşleşmeye yönlendirir. Yarasa çığlıkları (ya da
şıngırdayan anahtarlardan çıkan benzer frekanslar) bazı güvelerde kaçış
tepkimelerine yolaçar. Birçok çiçekte UV ışığı altında görünen ve arıları
cezbeden boğa-gözü şekli görsel bir başlatıcıdır. Türlerin başlatıcılara karşı
taşıdığı duyarlılık, hayvanların çoğunda doğuştan mevcuttur ve türe özgü
çeşitli davranışlar bu sayede ortaya çıkmıştır. Pek çok türün yavruları,
ana-baba bakımını tetiklemek ve yönlendirmek için gerekli başlatıcılarla doğar.
Örneğin, guguk kuşu yavrusunun gırtlağında doğuştan turuncu bir bölge bulunur
ve yavrunun özel bir ötme tarzı vardır. Bu iki özellik ana guguk kuşunda,
kendi yavrularını bulabilmek ve besleyebilmek için başlatıcı ödevi görür ve
böylece yavrunun sağ kalması garanti altına alınmış olur.
Başlatıcıların varlığı büyük bir avantajdır: bunlar
hayvanlar için kritik olan belirli davranışları otomatik olarak başlatabilir
böylece hayvanların deneme-yanılmaya dayalı zaman tüketen öğrenme işlemlerine
gereksinmesi kalmaz. Yine de, başlatıcıların yanlış ya da uygun olmayan bir
davranışı tetikleme ihtimali vardır ve bu da önemli bir dezavantajdır, ileride
göreceğimiz gibi, öğrenme ve başlatıcıların biraraya gelişi, hayvanlara
genellikle her ikisinin de en iyi özelliklerinden yararlanma olanağını verir.
BAŞLATICININ TANINMASI
Başlatıcılar daha iyi anlaşıldıkça; bunların bir çoğunun
-belki de hepsinin- belirli özelliklerin varlığına bağımlı olduğu ortaya
çıkmaktadır. Çalışmalarını birbirinden bağımsız olarak sürdüren, Oxford’dan
Niko Tinbergen Wisconsin Üniversitesi’nden Jack Hailman; ana ringa martısının
hangi özelliğinin, yavruları yiyecek için yetişkinlerin gagasını gagalamaya
yönelttiğini aydınlatacak modellerle geniş kapsamlı deneyler yaptılar.
Deneyler; annelerin gagalarının alt tarafında bulunan kırmızı benek, hafifçe
üne-arkaya sallandıkça yavruların içgüdüsel olarak bu noktayı gagalama tepkisi
verdiğini ortaya koydu. Bununla birlikte ana martıda bu içgüdüyü tam olarak
neyin yönlendirdiği hakkında kesin bir veri yoktu. Başsız bir gaga modeli ya
da bu beneği değişik yerlerinde taşıyan bir gaga modeli yavrularda gagalama
davranışını ortaya çıkarmak için yeterliydi; buna karşılık, üzerinde benekler
bulunan mukavva çubuktan yapılmış gerçek dışı bir model, normal martı başından
daha etkiliydi.
Bir cevabı oluşturmada, doğal uyarıya kıyasla daha kuvvetli
etki gösteren bu tip abartılı özellikler aşırı uyaran olarak bilinir.
Bu örnekte sözü edilen iki başlatıcı, -yatay olarak hareket
eden bir benekle (zemin rengi ile belirgin bir zıtlık olduğu sürece beneğin
rengi pek önemli değildir), yine yatay olarak hareket eden dik bir çubuk-
birarada iken, civcivin merkezi sinir sisteminde her iki uyaranın başlatıcı
etkilerini birbirine eklenir ve yanıt oluşturma ihtimali artar. Değişik
başlatıcıların birarada etki gösterdiği durumlar doğada yaygın olarak karşımıza
çıkar; tanıma sisteminin özgünlüğünü arttıran bu durum farklı başlatıcıların
eklenmesi olarak adlandırılır.
Daha sonra Hailman, civcivlerin ebeveynlerini tanımalarını
sağlayan iki başlatıcının civcivlerdeki iki farklı özellik saptayıcı ile
ilişkili olduğuna dikkat çekti; bunlar, yatay hareketler yapan benekleri
saptayan ve yatay hareket eden dik hatları saptayan özellik saptayıcılardı.
Avrupa kara kurbağasının avını nasıl tanıdığını araştıran çalışmalar da aynı
mekanizmanın geçerli olduğunu ortaya koydu. Sonraki birkaç on yılda Almanya’da,
Kassel Üniversitesi’nden Jörg Peter Ewert, kara kurbağanın avını yakalamasını
sağlayan bir dizi hareketi yani kurbağanın bu nesneye dönüp uzun ve yapışkan
dilini aniden ona doğru uzatması davranışını başlatan uyarıyı tanımladı. Bu
davranışın, tek ve en güçlü başlatıcısı uzun ekseni boyunca hareket eden bir
çubuktur-çubuk modeli, kurbağanın besin olarak tercih ettiği solucan ve
kırkayakların doğal görüntüsünden yola çıkılarak kullanılmıştır (Şekil 38.10).
Eğer av, bu işaret uvarısı yanında kara kurbağanın doğuştan duyarlı olduğu
kokuyu da taşıyorsa, hayvan onu yakalamaya daha kuvvetle yönelecektir.
Kara kurbağanın göz sinirinin beyindeki başlangıcının ve
teetumun görme alanlarından kayıtlar alırken, Ewert, kurbağanın görsel
dünyasının duyum “haritasını” keşfetti. Kara kurbağanın görme alanının alt
yarısında -genellikle karadaki avlara ilişkin bölge- özel olarak avın şekline
ve hareket tarzına uyarlanmış özellik saptayıcılar taşıyan bir tabaka
mevcuttu. Mikroelektrotlar kullanarak yaptığı deneyler sırasında Ewert, bazen
tek bir hücreyi uyarmayı başardığında, kurbağanın, görme alanındaki bu noktanın
uyarlanmış olduğu yöne doğru döndüğünü ve hayali bir hedefe dilini uzattığını
gözlemledi.
Ewert araştırmaları esnasında, kara kurbağalarında, iki
farklı özellik saptayıcı grubu daha bulunduğunu saptadı -bunlardan biri
kıpırdayan noktaları büyük bir olasılıkla uçan böcekleri, diğeri de potansiyel
yırtıcı hayvanları (özellikle yakındaki büyük ve hareketli nesneleri) tanımaya
yönelik özellik belirleyicilerdir. Kara kurbağa bunlara ya yere sinerek ya da
kaçıp gözden kaybolarak tepki gösterir.
Görüldüğü gibi, çoğu hayvanın iletişim kurması için çeşitli
özelliklerin içgüdüsel olarak tanınması gereklidir ve bunu sağlayan da görsel,
işitsel ve koku almaya dayalı özellik saptayıcılardır.
MOTOR PROGRAMLAR
SABİT HAREKET KALIPLARI
Lorenz ve Tinbergen, 1930’larda bazı davranışların bir
başlatıcıya ya hep-ya hiç tarzındaki tepki ile oluştuğunu fark ettiler: bu
davranışlar, bir kere başladıktan sonra duruma bağlı olmaksızın devam edip
tamamlanır. Kazların yumurta yuvarlama davranışı buna en çarpıcı örneklerden
biridir. Bir kaz yuvasının dışında bir yumurta gördüğünde başını kaldırır,
boynunu yumurtaya doğru uzatarak onu gagasının altına alıp yuvaya geri
yuvarlar sonra tekrar kuluçkaya yatar. Sıradan bir gözlemci, bu davranışı kaz
açısından bakarak: onun bir problemi fark ettiği ve çözdüğü şeklinde
yorumlayabilir. Fa kat bu bölümde önceden de bahsedildiği gibi, kaz yuvasında
sürekli olarak yumurta yuvarladığı ve bu konuda deneyimi olduğu halde, yumurta
olmadığı açıkça belli olan diğer birçok nesneyi de yuvarlamaktadır. Belli ki
kaz, bir yumurtanın ne olduğu hakkında ancak kabataslak bir fikre sahiptir.
Uzanmaya çalıştığı yumurta alındığında kaz, hiçbir şey olmamış gibi yumurtayı
dikkatle yuvasına yuvarlama davranışına devam eder. Kısaca, yumurta yuvarlama
koşullardan bağımsız bir davranış birimidir ve bir kere başlatıldıktan sonra
başka bir uyarıya neredeyse hiç gerek olmadan tamamlanır. Lorenz ve Tinbergen
bu tip davranış birimlerini sabit hareket kalıplan olarak adlandırmışlardır.
Sabit hareket kalıplarının daha pek çok örneği
bulunmaktadır. Bunlar arasında, bu ve önceki bölümlerde tartışılan bir dizi
davranış sayılabilir. Yavru guguğun asıl yuva sahibine ait yumurta ve yavruları
ortadan kaldırması, kara kurbağaların av yakalama davranışı, beslenme,
Aplasia'ınn kaçma davranışı, çekirgelerin sıçraması ve insanların yutkunması,
sabit hareket kalıbı örnekleridir.
Lorenz ve Tinbergen tarafından tanımlanan sabit hareket
kalıpları günümüzde motor programlar olarak adlandırılmaktadır. Biz bundan
sonraki bölümlerde daha modern olan bu terimi kullanacağız ancak halen birçok
araştırmacı, yumurta yuvarlama gibi duyuma dayalı feed-back (geri beslemeli)
uyanlardan neredeyse tamamen bağımsız olan davranış birimlerini, ayakkabı
bağlama ya da piyano çalma gibi hem feed-back uyanlarına bağımlı hem de
öğrenmeye dayalı motor programlardan ayırdedebilmek için bu eski terimi
kullanmaya devam etmektedir.
OLGUNLAŞMA VE MOTOR ÖĞRENME
Genellikle doğuşta sergilenmeyen bir motor davranışın,
öğrenilmiş >ir davranış olup olmadığını kesin olarak söylemek zordur.
Bununla birlikte bazı durumlarda özellikle omurgasızlarda öğrenme olanakları o
kadar sınırlıdır ki yalnızca yetişkinlerde görülen birçok davranışın bile
doğuştan var olduğu kabul edilmelidir. Örneğin, bal arılarını yakalama
konusunda özelleşmiş olan bir yaban arısı: koza örme, kozadan çıkma ve kendine özel
tipte bir yuva kazma, kendine bakma, uçma, kur yapma ve çiftleşme, anlara
saldırma, kendisi zarar görmeden onu boynunun arkasındaki zayıf bölgeden
sokma, kurbanının toplamış olduğu balı onun karnını sıkarak çıkarma, uçarken
felç ettiği avını taşıma, yeni yuva kazma, yumurtlama, yuvasını kapatma ve
benzeri davranışlarla donatılmış olarak doğmuş olmalıdır. Çünkü bir yaban
ansının, doğumu ile ilk davranışını sergilemesi arasında, bunu deneme-yanılma
ile öğrenmek için hiç fırsatı olmayacaktır. Bununla birlikte, diğer omurgasız
davranışlarının çoğu değişken ve karmaşıktır, ayrıca zamanla değişikliğe
uğrar. Halbuki omurgalılar, daha uzun ömürlü oldukları için ve daha az yaşam
telaşı içinde olduklarından, deneyim kazanma olanağına ve avantajına sahiptirler.
Yine de, omurgalılarda öğrenilmiş gibi görünen birçok
davranışın aslında doğuştan var olduğunu belirtmek gerekir. Şikago
Üniversitesi’nden Eckhard Hess’in zekice kurguladığı deney, bir motor programın
nasıl olgunlaştığını gösteren klasik örneği oluşturmuştur. Hess, bu deneyde
veni dogmuş civcivlere görüş alanını yedi derece sağa kaydıran minik gözlükler
taktı ve civcivlerin yumuşak toprak üzerine yerleştirilen bir hedefi (gagalama
davranışı için anahtar uyarısı görevi yapan tohumlara benzeyen çivi başlarını)
bularak onu gagala inaktaki isabet oranım kaydetti. Hem gözlüklü hem de
gözlüksüz civcivlerin yumuşak zemindeki gagalama izleri dağınıktı; fakat
gözlüklü civcivlere ait izler belirgin bir şekilde hedefin bir tarafında
yoğunlaşmıştı. Birkaç gün sonra, iki grupta da gaga izlerinin dağınıklığı
azaldı ancak gözlüklü civcivlerin gagaladıkları alan hala hedefin dışındaydı.
Bu deney, civcivin hedefi bulma ve gagalama davranışının, öğrenmekten ziyade
doğuştan varolan ve sinir-kas koordinasyonunun artmasının basit bir sonucu
olarak gelişen bir davranış olduğunu ortaya koymuş oldu.
Bu davranış kalıbı insanlar için de istisnasız geçerlidir.
Örneğin, doğumdan yaklaşık bir ay sonra ortaya çıkan gülümseme eylemi
öğrenmenin bir sonucu değildir: nitekim gözleri görmeyen bebekler bile bir
uyarı ile gülümsemeye başlarlar. Öğrenilmesi gerektiğini
düşündüğümüz davranışlar bile aslında doğuştan var olan motor programların
ortaya çıkmasıdır. Örneğin, birçok türde doğuştan var olan yürüme davranışı, bizim
türümüzde önce öğrenilmelidir. Yürümeyi sağlayan, bacakların adım atma
yeteneği ve bacakların karşılıklı etkileşimini sağlayan refleks arkları,
doğumda önceden var olmasına karşın - insan yavrusu yürüyemeyecek kadar
küçükken bile, kendisini uygun şekilde destekleyen bir yürüteçe konulduğunda
yürüme hareketleri yapar- insanlar kendi ağırlığını taşıyabilecek olgunluğa
ulaştığında önce vücudunu dengede tutmayı öğrenmek zorundadır. Ancak zahmetli
öğrenme işlemleri tamamlandıktan sonra yürüme otomatik hale gelir. Yüzme ve
bisiklete binme eylemlerinin de hikayesi aynıdır ve herkesin bildiği gibi
büyük uğraşlarla bir kere öğrenildikten sonra hiçbirisi tamamen unutulmaz. Aynı
davranış kalıbı diğer hayvanlarda da görülebilir: öğrenilen davranışlar sıradan
hale gelebilir ve büyük ölçüde otomatikleşebilir -öyle ki doğuştan var olan
bir motor programın özelliklerini gösterirler. Bu, beyinde yeni motor-program
döngülerine ait bağlantıların kurulması esnasında meydana gelir. Gerçekten de
insanlarda meydana gelen kısmi beyin hasarının etkilerini inceleyen
çalışmalar, korteks ve serebellumun bazı özel bölgelerinin, öğrenilen motor
programlarına ayrıldığını ortaya koymuştur. Bu bölgeler, büyük ölçüde lokalize
olmuş durumdadır; örneğin, daktilo yazmak, yazı yazmak, örgü örmek, piyano
çalmak, ayakkabı bağlamak ve bunun gibi duyarlı parmak kontrolü gerektiren
motor programların kurulması ve depolanması için korteksin belirli bir bölgesi
kullanılırken; yüzme, futbol oynama gibi aktivitelerde gerekli organ hareketleri
ile ilişkili programlar için korteksin diğer bir bölgesi kullanılır.
Öğrenilmiş davranışların artık detaylı bilinç kontrolü
olmadan gerçekleşebilmesi, asıl bilinçli dikkatin yeni problemler üzerinde
odaklanmasına imkan verir. Bu hem insanlar için hem de diğer havyanlar için
bir önemli bir avantajdır. Örneğin; tohumların kabuğunu soymayı öğrenen bir
kuş, beslenme esnasında, bir yandan bu işi otomatik olarak yaparken diğer
yandan dikkatini etraftaki düşmanlarını izlemeye verebilir.
DAVRANIŞIN UYUMLULUĞU
Öğrenmenin karmaşık motor davranışta sıklıkla oynadığı temel
rol üzerinde durmadan önce öğrenme faktörü yokluğunda mevcut olan karmaşıklık
ve esneklik düzeyi üzerinde durmak gerekir. Çeşitli gözlemler ve deneyler ileri
derecede karmaşık olan davranışın içgüdü ile yönlendirilebildiğini açıkça
göstermiştir. Örneğin bilindiği kadarıyla tüm kuşlar yuva yapmak için doğru
malzemeyi ve elverişli yerleşim yerini içgüdüsel olarak belirlerler ve bunu
yaparken, doğuştan sahip oldukları talimatlara uyarlar. Kuş yuvaları
karmaşıklık açısından, vere kazılmış basit bir çukurdan, her katı değişik
malzeme ile örülmüş çok katmanlı yapılara kadar -örneğin ardıç kuşu yuvasını
yaparken ilk olarak çalı çırpı, sonra ince dallar, sonra çamur ve son olarak
ot kullanır- çeşitli biçimlerde inşa edilmiş olabilir. Ayrıca bu bütün bu
malzemeyi birbirine ve yuvayı temele bağlamak için kullanılan malzeme de en az
yuvanın kendisi kadar türe özgüdür ve dışkıdan, örümcek ağına ve yapışkan
özellikteki tükrüğe kadar geniş bir çeşitlilik gösterir.
Kaliforniya Üniversitesi’nden N. E. Collias ve E. C.
Collias; yuva yaparken birçok adımda gerçekleştirilen işlemlerin birbiri ile
son derece uyumlu bir bağlantı içinde ortaya çıkışının, başka hiçbir örnekte
dokumacı kuşlarındaki kadar açık seçik görülmediğini vurgulamışlardır.
Yuva yapma işi erkek dokumacı kuşunun yuva yapmaya uygun
dalı -ki bu genellikle ters duran bir Y harfi biçimindedir- seçmesiyle başlar.
Bunun ardından erkek kuş çeşitli otlar toplar ve bunları şeritler halinde yırtarak
yuvanın dokusunu oluşturmaya uygun hale getirir. Sonraki adımda kuş, bu
şeritleri teker teker dokuyarak kendi etrafında bir çember oluşturur: bunun işi
yaparken, şeritin ucunu önce dar bir aralıktan içeri sokar, şeritin ucu diğer
taraftan çıkana kadar gagasını titreştirir sonra bu ucu yakalar ve çeker; bu
esnada şeritin diğer ucu yapılmakta olan yuvanın dokusu içinde kalır. Kuş,
şerit bitinceye kadar bu işlemi tekrar tekrar yapar. Bu davranış “döngü
tamamlama” denilen bir bilgisayar rutininine benzer -yani, önceden belirlenmiş
bir; amaca ya da kritere ulaşılana kadar bir seri işlem mekanik olarak devamlı
tekrarlanır. Yuvanın girişi dışında kalan kısımlar tamamlandığı zaman, erkek
kuş yapım işini içgüdüsel olarak bırakır ve kur yapma davranışları sergiler.
Yani yuvasına asılarak kendisini başaşağı sarkıtır, kanatlarını açarak
çırpmaya ve ötmeye başlar. Eğer bir dişi, erkeğin çağrısını kabul ederse
yuvanın içini önce yumuşak otlarla onun üzerini de tüylerle döşer; bu arada
erkek kuş yuvanın girişine, yılan ve diğer yırtıcı hayvanlardan korunmak üzere
bir tüp örer.
Bu karmaşık yapının inşa edilmesi süreci daha basit olan alt
aşamalardan oluşmaktadır öyle ki her bir alt aşamanın kendi motor programı ve
açıkça belirli bitiş kriterleri mevcuttur. Örneğin, Collias, (yuvayı su
geçirmez hale getirmek için çatının geniş çalı parçalarıyla örülmesi
sırasında) yuvanın çatısını ışık geçirmeyen bir örtüyle örtmek suretiyle
çatının kapatılması aşamasını sonlandırabildiğini gördü, böylece opak tabaka
tamamlandığı zaman kuşların çatıya çalı çırpı taşıma işlemine son vermeye
programlanmış olduğu anlaşıldı. Kuş bir sonraki aşamaya başladığında Collias
örtüyü alsa bile kuş tekrar çatıda yarım kalan işe geri dönmedi. Doğuştan var
olan davranışlar içinde en karmaşık olanı, büyük bir olasılıkla bu alt
aşamalar arasındaki geçişlerdir: belirli davranış aşamaları, çevreden gelen
sinyallerle başlatılır; başlama ve bitiş işlemleri ise önceden belirli olan
bir sıraya uygun olarak gerçekleşir ve bu süreçte ortaya çıkacak terslikleri
gidermek için çözüm yaratma olgusu ya çok sınırlıdır ya da hiç yoktur.
MOTİVASYON/HAREKETE GEÇİRME VE DÜRTÜ
Farklı türlerin davranışları da birbirinden farklıdır
-örneğin dokumacı kuşu yuvasını ardıç kuşundan ya da kazlardan oldukça farklı
biçimde inşa eder. Ayrıca, aynı hayvanın değişik zamanlardaki davranışı da
birbirinden farklı olabilir- kuşlar her zaman yuva yapma, güneye göç etme,
potansiyel eşlere kur yapma davranışı göstermezler. Hayvanı belirli bir anda
birşeyi daha sonra başka birşeyi yapmaya iten içsel kuvvet dürtü olarak
adlandırılmaktadır. Dürtünün iki temel etkisi vardır, ancak bunların ikisi de
henüz tam olarak anlaşılamamıştır: dürtü, hayvanın gelen uyarıya tepki verme
eşiğini değiştirebilir böylece belirli bir davranışı iyice belirgin bir hale
getirebilir ya da daha değişik bir hale koyabilir ya da bu davranışı tamamen
yeni bir programla değiştirebilir. Eldeki veriler, dürtülerin bir çeşit
hormonal kontrol, proprioseptörel düzenleyici ve önceki bölümlerde incelediğimiz
alışkanlıklar tarafından şekillendirildiğini kuvvetle düşündürmektedir.
DAVRANIŞTA ÖNCELİKLERİN AYARLANMASI
Bir hayvan, aynı anda hepsi aktif olan çeşitli dürtülere
cevaben; yiyecek arama, su arama, bir eşi cezbetme, kendi yaşam bölgesini
diğer hayvanlardan koruma, yuvasını ya da barınağını onarma hatta oyun oynama
gibi değişik davranışlar arasından bir seçim yapmak zorundadır. Belli bir
anda, bu davranışlardan bazıları diğerlerinden daha önemlidir: ancak kaçma
davranışı hemen her zaman en öncelikli davranıştır. “Zamanı bölüşme” olarak
adlandırılan bir işlemle çeşitli dürtülerin yanıt eşikleri değiştirilebilir; bu
değişiklikle belirlenen, o ana ait öncelik; hayvana, seçilmek için adeta yarış
halinde olan çeşitli davranışlardan hangisini uygulayacağı konusunda yol
gösterir. Bu öncelikler, örneğin, bir örümceğin belirli bir anda beslenmeyi mi
yoksa eşleşmeyi mi gerçekleştireceğini belirler. En fazla öncelik taşıyan
davranışın gerçekleştirilmesiyle, bu davranışı yönlendiren dürtünün o anki
önemi azalır böylece önceden daha az önemli olan diğer bir davranışın önceliği
artabilir. Hayvanın hangi davranışı seçeceği sadece, çeşitli dürtülerden
hangisinin o anda nispeten daha acil durumda olduğuna değil, aynı zamanda
ortamda mevcut fırsatlara da bağlıdır: orta derecede aç; fakat çok susamış olan
bir hayvan, ortam her iki davranış için de uygun ise su içmeye, buna karşılık,
çevrede su bulunmuyorsa karnını doyurmaya yönelecektir.
DAVRANIŞ PROGRAMLARININ DEĞİŞMESİ
Gelen uyarılara yanıt eşiğinin değiştirilmesine ilaveten,
dürtüler, bir davranışı bütünüyle ortadan kaldırabilir ya da yeni bir davranış
ortaya getirebilir. Örneğin, bir göçmen kuş, zamanı geldiğinde normalde
aldığı besinleri belirgin bir şekilde değiştirerek göç yolculuğu için gerekli
enerjiyi sağlamak üzere vücuduna yağ depo edecek besinleri yemeye başlar, yılın
göçe uygun döneminde göçeder ve uçacağı yönü doğru olarak belirler.
Bir kuş nasıl olup da daha önce hiç göç etmediği halde göç
zamanı geldiğini sezinlemekte ve davranışını buna uygun olarak
değiştirmektedir? Ve niçin kazlar, dışardaki yumurtaları yuvaya yuvarlama
davranışını; sadece yumurtlama devresinin bir hafta öncesi ile civcivlerin
yumurtadan çıkış döneminin bir hafta sonrası arasında sergilemekte ve bunun
dışındaki zamanlarda dışarda kalan yumurtalara aldırış etmemektedir? Bu tip
soruların cevabı günümüzde tam olarak verilmemiş olmakla birlikte; hayvan
davranışlarının, genellikle bir çeşit içsel zamanlayıcının kontrolunda olduğunu
biliyoruz. Bu zamanlayıcının görevi, hayvanın davranışını yaşamın belirli bir
evresine uygun bir düzenden, bir sonraki evresine uygun diğer bir düzene
devamlı olarak değiştirmektir.
Davranış kalıplarının böyle otomatik olarak
değiştirilmesinin, oldukça iyi anlaşılmış örneklerinden biri halkalı
güvercinlerin kuluçkaya yatma davranışıdır (Şekil 38.16). Halkalı güvercin
normal koşullarda, eşine kur yapar, onunla çiftleşir, yuva yapar, yuvaya bir
gün arayla iki yumurta yumurtlar (genellikle akşam üstü) ve kuluçkaya yatar.
Yaklaşık 16 gün sonra yavrular yumurtadan çıkar ve yetişkinler onları
gırtlaklarındaki özel bir bez tarafından yapılan kursak sütü ile beslemeye başlar.
Fxkhard Hess ve halen Purdue Üniversitesi’nde bulunan Erich Klinghammer, bu
kuşlarda görülen davranış değişimine ilişkin bazı mekanizmaları
aydınlatmışlardır. Bu konuda önemli bir keşif; bu iki araştırıcının, bir türün
yetişkinlerinin yabancı bir türün yavrularını besleyip beslemeyeceğini test
edecekleri bir deneyin hazırlığını yaparken, yuva yapan halkalı güvercinlerin
yabancı türden yumurtalarla birarada tutulması sırsında ortaya çıkmıştır.
Yumurtalar yuvada göründükten tam 16 gün sonra; bu yumurtaların kime ait
olduğu, kendilerinin daha sonraki bir tarihte yumurtlayacak olması ya da
yumurtalardan yavruların ne zaman çıkacağı hiç önemli olmaksızın halkalı
güvercinlerin kursak sütü üretmeye başladığı görülmüştür. Bu bulgudan
anlaşılacağı gibi, yavruları beslemek için gerekli olan metabolik ve fizyolojik
hazırlıkları kontrol eden zamanlayıcının, 16 günlük bu davranışı harekete
geçirmesini sağlayan şev, yumurtaların görünmesidir. yumurtaların görünmesi
ayrıca uygun şekilde kuluçkaya yatma ve yavru besleme davranışlarına ait
dürtüleri de tetikler. Halkalı güvercindeki bu özel zamanlayıcı, yumurtlayan
kuşlarda prolaktin hormonunun düzeyini ayarlar.
Pıolaktin, beyindeki özel nöronlara bağlanarak, yumurtlayan
kuşlara özgü davranışları ve kursak sütü üretimini harekete geçiren döngüyü
başlatır. Prolaktinin düzeyi belirleyicidir; çünkü kuluçka davranışı düşük
hormon konsantrasyonuyla başlatılırken, kursak sütü üretimi daha yüksek bir
hormon konsantrasyonu gerektirir. Benzer davranış zamanlayıcıları; belirli
davranışları başlatıp durdurmak için her zaman belirli hormon düzeylerindeki
değişmeleri kullanma- salar da, özellikle yumurta yuvarlama davranışının ve
diğer sayısız motor davranışın kontrolundan sorumludurlar.
SİRKADİYEN RİTİMLER
Bütün alışılmış davranışları başlatıp durduran ve dürtüleri
yönlendiren içsel zamanlayıcıların en belirgin olanı, günlük davranış
döngülerini -örneğin uyuma ve uyanma döngülerini- kontrol eden evrensel bir
zamanlayıcıdır. Bir hayvandaki döngülerin, dışardan bir uyarı gelmediği zaman
dahi devam etmesi bu “saatin” var olduğunu kanıtlamaktadır. Örneğin, geceleri
dolaşan ve yem arayan bir hayvan olan uçan sincap, 10 saat yem arama-14 saat
dinlenme döngüsünü sürekli karanlık koşullarında bile hiç bozmadan devam
ettirir.
Hayvanlardaki döngüsel davranışların periyodu, yaklaşık 24
saat (tam olarak değilse bile) olduğu için bunların kontrol ettiği döngülere
sirkadiyen ritimler denmektedir (Latin dilinde cırca, “hakkında, dair” ve dies,
“gün” anlamındadır). Deneysel koşullarda çeşitli aktivitelerin ritimleri, 24
saatlik güne göre sistematik olarak süregider. Organizmaların ritimleri,
uyarıların türe özgü hiyerarşisi tarafından yeniden kurgulanabilir; bunlardan
en önemlisi de genellikle ışıktır. Yeniden kurgulanmaya içsel saatin verdiği
yanıt (“faz değişimi” olarak ya da daha sıklıkla “saat değişimi” olarak
bilinir), özel bir zamanlama programına tabidir. Işığın görünmesi, birçok
hayvan tarafından günün başlangıcını belirten bir anahtar uyarı olarak
algılanır. Şafak sökmeden 6 saat önce verilen ışık, ritimi normale göre ileri
alır; buna karşılık karanlık bir ortamda günün ışıması gereken saatten birkaç
saat sonra verilen ışık, normal ritimi geciktirir. Sirkadiyen saatin dış
kaynaklı uyarılara uyum sağlamak üzere bunlarla yeniden eşzamanlı hale
gelmesi; dış ortamla içsel zamanın birbirinden ne kadar farklı olduğuna bağlı
olarak, birkaç gün alabilir. 'jct-lag” (geride kalma) olarak bilinen olayın
nedeni de bu durumdur.
Sirkadiyen saatler, sadece buraya kadar sözü edilen organizmalarda
görülmez. Saat fenomeninin isler tek hücre isterse çok hücreli bitki ya da
hayvan olsun bütün canlı varlıklara ait tipik bir yapı işleyiş olduğunu
gösteren pek çok bulgu mevcuttur Yaklaşık 24 saatlik döngüler takibeden
hücresel işlevler arasında enzim aktivitesi, ozmotik basınç, solunum oranı,
büyüme oranı, zar geçirgenliği, biyolüminesens (biyoışıma), ışığa ve ısıya
duyarlılık ve çeşitli ilaçlara duyarlılık sayılabilir. Klinisyenler, bir
ilacın uygun olan dozunun günün değişik saatlerinde birbirinden farklı
olabildiğinin hatta bazı durumlarda belirli bir zamanda yararlı olan dozun
diğer bir zamanda öldürücü olabildiğinin yavaş yavaş farkına varmaktadırlar.
Bilinen tek davranış zamanlayıcılar, sirkadiyen saatler
değildir. Kıyılarda yaşayan hayvanlarda 13 saatlik gel-git ve 29 günlük ay
ritmi de etkilidir; bu ikisini birarada kullanarak hayvanlar, gel-git
zamanlarını ve günlerini önceden bilirler. Bu kombinasyonun ileri derecede bir
duyarlılıkla kullanılışı titreksinek örneğinde çok belirgindir. Titrek- sinek,
iki gel-git arasında kumlardan ortaya çıkar, çiftleşir ve deniz düzeyinin ay
boyunca en alçak olduğu gece saat 02-05 arasında yumurtalarını bırakır. Bu
duyarlılık kesinlikle gereklidir; çünkü bu organizmanın erişkin şeklinin ömrü
sadece iki saattir. Bunlardan başka, birçok tür -örneğin göçmen kuşlar- sabit
laboratuar koşullarında bile vıllık ritimler izlerler.
İLETİŞİM
Hayvanlar genellikle ya bireysel ya da sosyal yaşayış tarzı
sergilerler - yani ya kendi başlarına ya da çiftler ve gruplar halinde
yaşarlar. Tek başına yaşayanlar, türün diğer bireyleriyle ancak eşleşmek için
bira- raya gelirler. Her hayvanın -genlerinin devamını sağlamak için- kendi
türüne ait ve üremeye hazır bir karşı cins bulması, canalıcı bir noktadır.
İletişim büyük bir olasılıkla ilk kez bu, amaca hizmet etmek üzere ortaya
çıkmış ve eşeysel iletişim mekanizmalarının gelişmesinin arkasından, bugün
kullanılmakta olan sinyaller; sosyal gruplar içindeki hiyerarşiyi ve düzeni
sürdürmek için gerekli duygu, niyet ve diğer bilgileri iletmek üzere artmış ve
farklılaşmıştır.
EŞEYLER ARASI İLETİŞİM
Hayvanlarda iletişimin amacı, tıpkı davranışın temel amacı
gibi canlı kalabilmek ve üremektir. Planaryadan (yassısolucanlardan)
primatlara kadar çoğu hayvan, yaşamını kısmen ya da tamamen yalnız başına
geçirir, bu nedenle çiftleşmek için kendi türünden bir karşı cinsi aktif olarak
aramak zorundadır. Bu hayvanların, uygun bir eşi nerede arayacağını, bulduğunda
onu nasıl tanıyacağını ya da bulunca ne yapacağını öğrenme imkanı yok denecek
kadar sınırlı olduğundan çiftleşmeye ilişkin davranışların çoğu büyük ölçüde
içgüdüsel olmalıdır.
Duyum kanalları En basit ve yaygın iletişim kanalı kimyasal
olandır. Birhücreli organizmaların birçok türü, kendi türüne ait diğer bir
bireyle karşılaştığında onu kemoreseptörleri sayesinde tanır. Buna karşılık
diğerleri, örneğin üremek için peryodik olarak yığılan cıvık mantarlar,
birbirlerinin yerini belirlemede feromon (koku) yollarından yararlanırlar.
Sadece güvelerin çiftleşme sistemi biraz farklılık gösterir: bunlarda dişiler
türe özgü bir feromon salar ve erkek kaynağını bulabilmek için bu kokuyu
izler. Feromonlar; böcekler, suda yaşayan omurgasızlar ve memeliler gibi çok
değişik gruplara mensup canlılarda da önemli bir role sahiptir. Her durumda
kokunun oynadığı temel rol her zaman aynıdır: bireyi, karşısındaki bireyin
muhtemel türü, eşeyi, üremeye hazır olup olmadığı ve uygun eşin bulunduğu yer
konularında bilgilendirmek.
Pek çok tür diğer duyum tiplerini kullanır. Örneğin
ateşböcekleri diğer ateşböcekleri tarafından çok uzak mesafelerden bile kolayca
görülebilen yanıp-sönen sinyaller oluştururlar. Erkekler türe özgü bir kodla
yanıp-sönerek uçarken, dişiler de yanıt olarak yanıp-söner ve vejetasyonu
bekler. Ateşböceklerinin iletişiminde çoğu zaman başlatıcı olarak rol oynayan
şey, iki ışıma arasında geçen süredir. Ateşböceklerinin her iki cinsi de adeta
özel bir aralık süresi setine ayarlanmıştır öyle ki el feneri ile yapılan
birkaç deneme sonunda erkek ateşböceklerini kendinize doğru çekebilirsiniz.
Diğer türlerin birçoğu, ateşböceklerinin kullandığı iletişim
yönteminin, mükemmelen zamanlanmış işitsel bir versiyonunu kullanır. Cırcır
böcekleri ve kurbağalar birbirlerine seslenirken, tür ya da eşeyle ilgili
herhangi bir karışıklığa yer bırakmayacak şekilde türlerine özgü sesler
çıkarırlar. Bizim gözümüze ve kulağımıza kesintili sinyallerin ritmik düzeni
en kullanışlı özellik gibi görünür; fakat dişilerin özellik saptayıcıları yani
alıcıları, iki sinyal arasında geçen süreye değil asıl sinyalin kendisine
ayarlanmıştır. Bu yüzden, aralıklı sinyallerden oluşan şifreli bir iletişim
şarkısı, bizim kulağımıza tamamen farklı gelse, dişiler normal bir şarkı
olarak algılarlar.
Çok daha ayrıntılı frekans sıklıklarını kolayca
ayırdedebilen kuşlar ve memeliler gibi türlerde, farklı mesajlar iletmek için
farklı frekanslar kullanılabilir. Kuşlarda, kendi türünü tanımak için, sadece
sesin frekansı ve sinyallerin aralık düzeni kullanılmaz, aynı zamanda
frekanstaki zamana bağlı değişim oranı da kullanılır. Sinyalleşme şarkılarını
öğrenmesi gereken türlerde bile, bu üç karakteristiğin (ve belki bilmediğimiz
diğerlerinin de) özel kombinasyonlarına yanıt oluşturan özellik saptayıcılar,
hayvanı öğrenilmesi gereken şeye -erkeklerde nasıl bir şarkı söyleneceğine,
dişilerde ise hangi şarkıyı duymayı umması gerektiğine- duyarlı hale getirir.
Çoklu sinyal kullanımı yoluyla özgünleşme Hayvanlarda
iletişimin türe özgü oluşu; türe ait olmayan bütün diğer yaratıkları
dışlayacak şe kilde, aynı anda birden fazla sinyal çeşidinin kullanılması
yoluyla sağlanmaktadır. Aynı anda birden fazla çeşitte sinyalin kullanılması,
doğal olarak hata ihtimalini azaltır.
İkinci ve daha önemli bir teknikte, farklı sinyaller belirli
bir sıra içinde verilir. Kraliçe kelebeğin kur yapma hareketlerinin sırası,
iletişimin daha incelikli ve ayrıntılı olan bu şekline güzel bir örnek
oluşturur. Erkek, hızlı kanat çırpan herhangi bir şeyi -bu uçmakta olan diğer
bir kelebek de olabilir- ona yetişene kadar kovalar. Çırpılan kanatlardan
yayılan pırıltı, erkeğin kovalama davranışını harekete geçiren başlatıcıdır.
Bu başlatıcı etkisiyle erkek, karın bölgesinden fırçaya benzer bir çift “kıl
iğne” çıkartır ve bu iğneden kovaladığı nesnenin üzerine türe özgü bir feromon
püskürtür. Eğer kovalanan doğru tür ve doğru cins ise ayrıca çiftleşmeye de
hazırsa hemen yakındaki bir bitkinin üzerine konar. (Erkeğin kovaladığı şey,
sıklıkla, düşen bir yaprak olabilmektedir) Erkek fazla hareket etmeden dişinin
üzerinde uçmaya başlar, bu esnada kıl iğnelerini dişinin antenlerine sürter.
Eğer herşey yolunda giderse dişi kanatlarını kapatır, böylece erkeğe üzerine
konabileceği ve kendisiyle çiftleşebileceği mesajını verir. Çiftleşmenin
gerçekleşebilmesi için, kur yapma davranışındaki her adımın sırası tam bir
doğrulukla gerçekleşmelidir. Çeşitli başlatıcıların özel bir sıra ile görev
yaptığı bu tip bir strateji, neredeyse evrensel olarak tüm canlılar tarafından
uygulanır.
Riskler ve aldatma Karşı cins için yapılan kur davranışları
haliyle düşmanların da dikkatini çekme riskini taşımaktadır. Örneğin, asalak
böcekler öten cırcır böceklerini yakalarken, yarasalar çoğunlukla ötmekte olan
kurbağa ve çekirgeleri avlar. Erkek bireyler genellikle ciddi bir problemle
karşıkarşıyadır: eşi cezbetmek için yapılan gösteriler ölümcül olabilir ancak
hiç çiftleşmemek de genetik bir intihardır. Bu durum karşısında çoğu erkek
kurbağa ve erkek çekirge; kur yaparak bir eş bulmak yerine, kur yapmakta olan
başka erkeklerin yakınına gizlenip kura ilgi duyan dişilerin karşısına çıkmayı
tercih eder. Bu tip sahteci bireylerin, geleneksel karaktere sahip erkek
bireylerin soyunun tükenmesine yol açacağı düşünülebilir; ama gerçekte durum
böyle değildir; çünkü kur şarkıları söyleyen erkeklerin ortadan kalkması,
“asalak” erkeklerin de sonu demektir. Böyle durumlarda, frekansa bağlı seçilim
sayesinde, otomatik olarak bütün davranış alternatifleri arasında bir denge
kurulur ve dürüst olsun olmasın bütün erkekler üreme konusunda hemen hemen
aynı başarıyı gösterirler.
Hile olgusunun varlığı gösteriyor ki; cinsel iletişim, her
zaman iki tarafın da menfaatine olan bir durum değildir. “Aşkta ve savaşta her
şey mübahtır" özdeyişi doğada da aynen geçerlidir. Örneğin, tipik olarak,
erkek sarkan sinekler yiyecek bulmak için avlanır -genellikle bu av daha küçük
bir tür sinektir- ve avını daha önceden feromonla cezbettigi dişiye eşleşme
armağanı olarak sunar. Bu armağanın içerdiği besinler, dişinin yumurta
üretmesine imkan sağlar. Dişi erkeğin yakaladığı avı yerken erkek onunla
çiftleşir. Bununla birlikte bazı erkekler dişiyi elde etmek için bu kadar çaba
sarfetmezler. Bir av aramak için zaman ve enerji kaybetmek yerine; eşleşme
sinyalleri veren bir erkeğe sanki kendisi dişi imiş gibi sokulur, sunulan avı
kapar ve hızla oradan uzaklaşır. Diğerlerini aldatma kapasitesine sahip
bireylerin kendisine sağladığı çıkar ve aldatılanın gördüğü zarar öylesine
büyüktür ki birçok hayvan topluluğu böyle sahteci bireyleri safdışı bırakmak
üzere yöntemler geliştirmiştir.
SOSYAL İLETİŞİM
Hayvanlarda topluluk oluşturma çeşitli derecelerde karşımıza
çıkar: örneğin, cır cır böcekleri ve ateş böcekleri çiftleşme esnasında bir
arada geçirdikleri birkaç dakika dışında tamamen yalnız yaşarlar, buna
karşılık diğer aşırı uç örneğinde, karıncalar ve bal arıları geniş koloniler
halinde yaşarlar ve koloni dışında kaldıklarında ölecek kadar bu yaşam tarzına
bağımlıdırlar. Çoğu sosyal hayvan, bu iki uç arasında bir yerde bulunur.
Birçok kuş, yavruların bakımı için birkaç haftalığına karşı cinsteki kuşla
çift halinde yaşar ve kışın korunma amacıyla birlikte beslenen sürülere
katılabilir. Türün sosyallik derecesi ve yapısı, o toplulukta hangi sosyal
sinyallerin kullanılacağını büyük ölçüde belirler, ileri derecede sosyalleşmiş
hayvan topluluklarında; avlanma ya da kaçma gibi aktiviteleri düzenlemek,
topluluk içi sosyal durumu belirtmek, bireysel ruh halini ya da niyeti ortaya
koymak v. b. amaçlar için yeni sinyallere gereksinme duyuldukça iletişimde
daha karmaşık yeni düzeyler (ve bazen yeni davranış mekanizmaları) ortaya
çıkmaya başlar.
Bal arılarında dans yoluyla iletişim İletişimde zerafet ve
karmaşıklık söz konusu olduğunda pek az iletişim sistemi bal arılarının dans
diliyle boy ölçüşebilir.
Yiyecek aramakla görevli işçi arının, iyi bir kaynak
bulduğunda bunun yönünü ve uzaklığını kovandaki diğer arılara ifade etmede
kullandığı sembolik iletişim sistemi, bugün artık eskisi kadar etkileyici
görünmese de 1945 yılında Karl von Frisch tarafından ilk kez keşfedildiğinde
büyük hayranlık uyandırmıştı.
Kovana dönen işçi arıların sıklıkla basmakalıp hareketler
yaptıkları ya da “dansettikleri” bunun üzerine diğer arıların, keşfe çıkan bu
arıların bulduğu yiyecek kaynağına yöneldikleri uzun yıllardan beri
bilinmektedir. Fakat kovandaki arıların yiyecek bulmak için buralara tesadüfen
gelmediği, 1943’te yapılan ve işçi arıların kovandan çok uzaktaki yiyecek
kaynaklarına gitmek üzere eğitildiği deneylerde kesinlik kazandı. Diğer
arıların yiyecek bulmak için, işçi arıların işaret ettiği yere gittiğini gören
von Frisch, özel bir gözleme kovanında (genellikle gece karanlıkta peteğin dikey
tabakaları üzerinde yapılan) dansları gözlemeye başladı. Keşfe giden arıları
iki gruba ayırdı, her- bir grubun üyelerini farklı bir renkle işaretledi ve
herbir grubu farklı bir bölgedeki yiyecek kaynağına gitmek üzere eğitti, iki
grubun danslarında, iletmek istedikleri farklı mesajı yansıtacak hangi farklı
dans hareketlerinin yapıldığını gözlemledi ve bu dansların şifresini çözmeyi
başardı.
Yiyecek keşfine giden işçi arı dansın en can alıcı kısmında
bir litreme hareketi yapar ya da vücudunu bir taraftan diğer tarafa “sallar”
ve katlanmış kanatlarını titreştirdikçe kendiliğinden oluşan, patlamaya benzer
ani sesler duyulur. Kovandaki diğer arılara verilmesi gereken bütün bilgi,
akustik olarak vurgulanan bu kanat ve vücut hareketleri ile iletilir. Arı petek
üzerinde “belirli bir düzlem doğrultusunda dikildiğinde”, ki bu her zaman
güneş yönüdür; bu dikey yöne göre dansın yapıldığı açı, yiyeceğin güneşe göre
hangi doğrultuda olduğunu gösterir. Örneğin, eğer yiyecek kovandan
bakıldığında güneşe göre 45 derece solda görünüyorsa; dans, dikey doğrultudan
45 derece solu işaret edecek şekilde yapılır. Kovan karanlık olduğunda bile
arılar danstaki açıyı algılayabilirler.
Uzaklık, titreşimin süresi ya da her seferdeki titreşim
sayısı tarafından belirlenir. Her bir titreşim, mesafede belirli bir artışı
-bu mesafe von Frisch’in deneyinde 40 metredir- gösterir. Dans yoluyla
gerçekleştirilen iletişim sistemi bir dil olarak kabul edilir; çünkü bu yolla
nesnelerin zaman ve mekan içindeki uzaklığı ifade edilmektedir (yani hayvanın
burada yaptığı basit bir işaret etme ya da ses çıkarma değildir) ayrıca bu
sembollerle donanmış bir sistemdir (örneğin “dikilme” güneş yönünü gösteren
bir semboldür; benzer şekilde diğer yönler de kullanılabilir). Mesafe
anlatımında kullanılan titreşim de bir semboldür ve çeşitli alt türlere ait
balardan mesafeyi belirtmek için bu dilin farklı lehçelerini kullanırlar. Bu
lehçeler tamamiyle içgüdüseldir: öyle ki farklı bir grubun içine bırakılan arı
bu kovandaki dansları yanlış anlar.
Von Frisch’in keşfinden sonra, Santa Barbara’daki California
Üniversitesi’nden Adrian Wenner ve çalışma arkadaşları, böcekler arasında
sembolik bir dilin kullanılabileceği fikrini destekleyen güçlü bir açıklamada
bulundular. 1960’ların sonlarında, işçi arının yiyecek kaynağının yerini
sadece koku işaretiyle verdiğini, yapılan dansla yiyeceğin yönü arasındaki
bağlantının ise tamamen tesadüfi olduğunu öne sürerek bir seri deney
başlattılar. Bu grubun bulguları akla yakın görünmesine karşın ve von Frisch’in
deneylerinden hiçbiri dikkatli ve irdeleyici bir incelemede bu bulgularla
çelişkili görünmese de, bugün biz arı dansının gerçekten de bir dil olduğunu
biliyoruz. Princeton Üniversitesi’ndenjames L. Gould, danseden arıların
yiyeceğin kaynağı konusunda kovandaki anlara yanlış bilgi vermesini sağlayacak
bir yol buldu. Bu sayede dansı; arı sürüsünü yiyecekten çok daha uzağa
gönderecek şekle dönüştürmeyi başardı. Günümüzde ise kovandaki an sürüsünü
istenilen herhangi bir noktaya göndermek için bilgisayarlarla kontrol edilen
“robot” arılar kullanılmaktadır.
Öğrenme ve sosyal iletişim Bilindiği kadarıyla insanların
konuşmasından sonra karmaşık bilgiler aktarmakta kullanılan en gelişmiş dil
arıların dansetmesidir. Bu dil su, nektar, polen (anlar poleni proteini için
toplar), ağaçların özsuyu (arılar tarafından açıklıkları kapatmakta ve
kovandan atılamayacak kadar iri ya da acaip nesneleri gömmekte kullanılır) ve
yeni yerleşim yerleri hakkında bilgi iletmekte kullanılsa da; temelde içgüdüsel
olarak kontrol edilen kapalı bir sistemdir: anlar önceden hiçbir deneyimleri
olmadan dansedebilir ve dansla iletilen mesajı anlayabilir ancak bu yeteneği
sadece mesafeyi, yönü ve (henüz değinmediğimiz bir yolla) bir yerin yerleşmeye
uygun olduğunu ifade etmekte kullanabilirler. Bununla birlikte, yüksek
düzeyde sosyalleşmiş diğer hayvanlarda iletişim biraz daha esnek olabilir ve
daha önce bahsettiğimiz nöral mekanizmalar burada görevli olabilir.
Birçok kuş ve memeli türünde, duruş biçimi ve yüz ifadesi
iletişimde rol oynar. Örneğin, köpekler oyun istediklerini; hafif yere
eğilerek ve kuyruğunu havaya kaldırıp sallayarak dile getirirler. Bu görüntü,
türe özgü bir sinyaldir; örneğin kediler bu sinyali yanlış değerlendirir,
bunun sebebi de büyük bir olasılıkla onların “kelime haznesinde” bu duruşa
karşılık bir kelime bulunmamasıdır. Köpeklerde korku ve saldırganlık yüz
ifadesi ile dile getirilir ve diğer köpekler tarafından kolayca algılanır.
Buna kısa kısa havlama ve hırlama gibi sese dayalı sinyaller
de eşlik edebilir. Hayvanlar bu görsel mesajları nasıl tanımakta ve mesajın
şifresini nasıl çözmektedir? Karmaşık görsel bilgiler; sesin ve kimyasal
sinyallerin alınmasında olduğu gibi basit başlatıcılar sayesinde hemen beyinde
kodlanamaz, ayrıca burada görevli nöral mekanizmalar da henüz bilinmemektedir.
ÖĞRENME VE DAVRANIŞ
Buraya kadar genetik olarak özelleştirilmiş hormonların ve
nöral iletilerin kontrol ettiği davranış çeşitlerini inceledik. Bu tip
davranış başlatıcılar tarafından uyumsal olarak harekete geçirilir ve dış
uyarılarla tetiklenerek yönlendirilir. Bu davranış tipi sadece özel bir
duyumsal geri beslemenin uyum geliştiren etkisine bağlıdır ve -nöral kontrol
altında olduğu zamanlarda, uyumun, alışkanlıkların, duyarlılaşmanın hücresel
fenomenidir. Çatı yapımında gördüğümüz gibi davranışlar, şaşırtıcı derecede
karmaşık olabilir. Ancak tamamiyle içgüdüsel olan davranışta genellikle
uyumsal esneklik sözkonusu değildir. Halbuki birçok türün çevresel ve sosyal
koşulların değişimine uyum sağlayabilmesi için, davranış esnekliğine gerek
vardır ve bu da ancak öğrenme yoluyla mümkün olabilir.
KOŞULLARA UYUM SAĞLAMA
Eskiden birçok psikolog, basil ya da karmaşık bütün
davranışların koşullara uyum sonucunda ortaya çıktığına -diğer bir deyişle,
organizmanın doğal ortamda canlı kalabilmek için yapması gerekenleri tecrübe
ederek öğrendiğine- inanırdı. Bu inanışın yanlış olduğu anlaşıldıktan sonra,
uyum sağlama ile ilgili çalışmalar, daha çok hayvanların nasıl öğrendiği
konusunu aydınlatmaya yöneldi.
Klasik uyum Psikologlar tarafından genel olarak iki tip uyum
tanımlandı. ilki, Rus fizyolog Ivan Pavlov (1849-1936) tarafından
gösterilmiştir ve Pavlov tarzı uyum ya da klasik uyum olarak bilinir. Pavlov
bu öğrenme tipini, sindirim fizyolojisi çalışmalarını yaparken farketti.
Köpeklerin yiyecek görünce ürettikleri salya miktarını ölçtüğü esnada Pavlov
şunu gözlemledi: köpeklere yiyecek verilmeden hemen önce yiyecekle ilintisi
olmayan bir uyarı -örneğin ışık ya da bir zil sesi- verildiği taktirde,
köpekler kendilerini yiyecek beklentisi içine sokan görsel uyarının neredeyse
aynını almış olurlar, yani tek başına ışık da zil sesi de salya üretimini aynı
şekilde tetikler. Bu, köpeklerin koşullara uyum sağladığı anlamına gelir.
Klasik uyum; koşullara uyum sağlama ile ilişkili olmayan bir
uyarının (US/..) (içgüdüsel olarak) tanınmasını kaçınılmaz olarak izleyerek.
yine koşullara uyum sağlamakla ilişkili olmayan (doğuştan mevcut) bir cevabın
(UR/..) verilmesiyle başlar. Bu noktada, yepyeni bir koşullara uyum sağlama
uyarısı (CS/..), US ile özdeşleşir ve bu işlem yeteri kadar tekrarlandıktan
sonra, tek başına CS de aynı cevabı (bu aşamada artık CR olarak tanımlanır)
ortaya çıkarır. Kısaca, hayvanda US —» UR sırası ile bağlantı oluşur; ortam
koşullan (ya da araştırmacı), hayvanda CS + US -» UR bağlantısını sağlayabilir;
hayvan kendi başına edindiği bir seri tecrübeyi genelleştirir ve sonunda CS
—> UR dönüşümü gerçekleşir. Bu bizim Aplmia ile ilgili olarak
öğrendiklerimizin aynısıdır: normal olarak sifonun dokunmasını takiben
solungaç içeri çekilir ancak; devamlı şekilde, dokunmadan çok kısa bir süre
önce ya da eşzamanlı olarak bir ışıkla aydınlatma yapılırsa ışığa uyum
görülebilir. Bu örneklerin her biri, sinir sistemi gelişiminde kullanılan
ince-ayar mekanizmasına benzemekte ve koşullara uyum sağlama olgusunun, nöral
sistemde görülen kendi kendini ayarlama işleminden evrimleştiğini
düşündürmektedir.
Pavlov’unkilere benzer çok sayıda deney; klasik uyumun
içgüdüsel bir işlem olduğunu ve bu sayede hayvanların kendini basit
başlatıcılara ya da anahtar uyarılara bağımlılıktan kurtarıp, çevrelerindeki
asıl önemli nesneleri ve bireyleri tanımaya yöneldiklerini göstermiştir. Doğal
olarak türler arasında, uyum sağlanmış uyarıların kabul edilmesinde ve ince CS
- US bağlantılarının yerine yerleştirilmesinde belirgin yetenek farkları
mevcuttur.
Deneme-yanılma yoluyla öğrenme Eskiden psikologlar, karmaşık
davranışların, uyum sağlanmış uyarıların ve uyum sağlanmamış yanıtların
birbirine zincirleme bağlanması ile açıklanabileceğine inanırlardı. Ancak,
Harward Üniversi’tesinden B. F. Skinner, örneğin bir sıçanın (hatta bir
karıncanın) 30 seçenekli bir labirenti öğrenebilmesi gibi bir davranışın
gerçekleşmesini, klasik uyum yoluyla mantıklı bir şekilde açıklamanın mümkün
olmadığını farketti. Skinner, bunun yerine birçok hayvanın, davranışlarının
sonucunu gördükten sonra davranışlarını buna göre yeniden değiştirdiğine
dikkati çekti. Bu ikinci öğrenme stratejisine denemeye dayalı uyum sağlama ya
da deneme-yanılma yoluyla öğrenme denmektedir. Laboratuar koşullarında
araştırmacılar, hayvanlan belirli bir davranışı gerçekleştirmek üzere eğitirler
; halbuki doğada hayvanlar kendi kendilerini eğitir.
Deneme-yanılma yoluyla öğrenme kapasitesi, hayvanlara önemli
bir avantaj sağlamaktadır; çünkü bu onlara içgüdüsel olmayan bazı motor
davranışlar edinme olanağı verir. Örneğin, yem yiyen bir kuş, etrafındaki
farklı tipte tohumlan seçmek, kabuklarını soymak ve tahılları kabuklardan
ayırdetmek için doğuştan gelen motor programlara sahip değildir. Tersine kuş,
tohuma benzeyen objeleri tanımak için doğuştan yeteneklidir ayrıca tohuma
benzeyen nesnelerin ne olduğunu denemek için de içgüdüye sahiptir. Gagası ve
diliyle yem bulmaya uğraşan bir ispinozun ilk ayçiçeği tohumuna ulaşması birkaç
dakikasını alabilir; fakat sonuçta elde ettiği tohum onu bir deneme daha
yapmaya yönlendirerek bir anlamda ödüllendirir. Deneme- yanılma yoluyla
ispinoz, hangi kaslarının yeme ulaşmakta etkin, hangilerinin bu işle ilgisiz
olduğunu keşfeder, tohumları başarıyla açma deneyimi arttıkça kuşun yem yeme
davranışı, yavaş yavaş süratli ve etkin bir seri hareket haline gelir ve
giderek de otomatik-öğrenilmiş bir motor programa dönüşür.
Şartlara uyum sağlamada eğilimlerin rolü Araştırmacıların
çoğu başlangıçta, hayvanlara herhangi bir CS ile herhangi bir US arasında
bağlantı kurmayı öğretebileceklerine, ayrıca hayvanların fiziksel olarak
becermeleri mümkün olan bütün motor davranışları deneme-yanılma yoluyla
öğrenebileceklerine inanıyorlardı. Oysa çoğu hayvanda sadece kendi türüne özgü
kuvvetli ‘'eğilimler” mevcuttur ve bu eğilimler hayvanların sadece kendileri
için uyumsal olan öğrenme yollarında ilerlemelerini sağlar.
Örneğin ördek yavruları belirli bir sesle yaklaşan tehlike
arasında ilişki kurmayı öğrenebilirler ve kendilerini sakınmak için belirli
tipteki davranışları sergilerler (koşarlar, kanat çırparlar; fakat
gagalamazlar). Ayrıca renk uyarıları ile yiyecek ödülü arasında ilinti kurmayı
süratle öğrenir ve gagalama davranışıyla tepki gösterir (ama kanat çırpmaz).
Fakat buna karşılık yavru ördekler, yiyecekle ses arasında ya da renkle
yaklaşan bir tehlike arasında bağ kurmayı beceremezler. Yavrular için renk,
seslen daha iyi bir yiyecek belirtecidir ve gagalama, koşmaktan ya da
kaçmaktan daha uygun bir “deneyim edinme” davranışıdır; ses ise herhangi bir
saldırı tehdidini ikaz eden en iyi uyarıcıdır ve bu durumda en uygun tepki
uçmaktır.
Hayvanlar, böylece, belirli uyarıları içgüdüsel olarak
tanımak ve bunlara uygun özel davranışları göstermek üzere önceden hazır
duruma gelebilir (ve genellikle de gelir). Bu eğilimler, gerçekten de
hayvanlara doğal ortamlarında en fazla yarar sağlayacak uyarıları ve davranış
biçimlerini yansıtmaktadır. Şu halde içgüdü, öğrenme üzerinde odaklanmayı
sağlar ve öğrenme işlemini yönlendirir, böylece hayvanlar davranışlarını daha
uygun bir şekle çabucak değiştirebilirler. Bu tip örnekler, davranışları
“içgüdüsel” ve “öğrenilmiş” olarak ikiye ayırmanın, olayı aşırı derecede
basitleştirmek olduğunu ortaya koymaktadır.
ÖĞRENMEDE SEÇİCİLİK
Klasik uyumda ve deneme-yanılmaya dayalı uyumda doğuştan var
olan uyumsal eğilimler hakkında buraya kadar öğrendiklerimizden yola çıkarak,
doğal seçilim sürecinde ileri düzeyde özelleşmiş öğrenme programlarının nasıl
evrimleştiğini anlayabiliriz. Birçok türde bu tipte öğrenme programları mevcut
olmakla birlikte bu konudaki en ilgi çekici veriler kuşlardan elde edilmiştir.
Kuşlarda ebeveyni imprinting (Kalıp = Basılma) öğrenme
Konrad Lorenz, hayvan davranışlarını, sonradan kalıp olarak adlandıracağı bir
bakış açısından yani biyolojik açıdan araştırmayı düşünen belki de ilk kişidir.
Erken gelişmiş kaz yavruları -doğduğu andan itibaren yürümeyi becerenler-
hayatta kalabilmek için ebeveynini takip etmek zorundadır; bunu yapabilmek için
de onları tanıyabilmesi gerekir. Yumurtadan henüz çıkmış bir kaz yavrusunun
ebevynini hata yapmadan ayırd etmek zorunda oluşunu gözünüzde bir canlandırın.
Doğduğu anda yavrunun görüş alanı inanılmaz çeşitlilikte nesnelerle doludur
ve o bunlar arasından kendi ebeveynini tanır ve onların peşinden gider; daha
sonra bir seçim yapması istendiğinde ise bütün diğer kazların arasından kendi
ebeveynini seçer. Lorenz yumurtadan çıktıklarında yavruların kendi ebeveynini
görmesini engelledi sonra türe özgü özel sesler çıkararak onlardan uzaklaşmaya
başladı ve bu yavruların ebeveyn yerine kendisini izlediğini gördü. Fakat aynı
deneyi üç gün bekledikten sonra yaptığında aynı sonucu alamadı. Kaz
yavrularının ebeveynini takip etmesini ve ilerki bir zamanda karşılaştığında
onları tanıyabilecek kadar hafızasına kaydetmesini sağlayan işlem günümüzde
ebeveyni kalıp olarak tanıma olarak adlandırılmaktadır. Lorenz, yaptığı
gözlemlere dayanarak bu işleme ilişkin birkaç noktayı şöyle vurguladı: bu olgu
belirli bir kritik süreyle sınırlıdır, bu süre aynı zamanda duyarlı dönem
olarak da bilinir ve bu özel tipteki öğrenme duvarlı dönemde gerçekleşir (Şekil
38.28). Bunun gerçekleşmesi için başlatıcılar - türe özgü ötme ve bulunduğu
yerden başka bir yere doğru uzaklaşma (uyum sağlanmamış uyanlar) - gereklidir
ve bunlar hem izleme hem de öğrenmeyi (uyum sağlanmamış yanıtlar) tetikler ve
yönlendirir; gerçekten dç yavrular, özellikle de doğru sesi çıkarıyorsa
önlerine çıkan ilk hareketli nesneyi takip etmektedirler.
Burada ne ödül ne de ceza söz konusu değildir. Bu geri
dönüşü olmayan bir işlemdir ve normal olarak hayvana ebeveynini tanıyabilme
becerisi (uyum sağlanmış uyarı) kazandırır.
Artık kuşlarda karşımıza çıkan ebeveyne kalıplaşma olayının
memelilerde de görüldüğünü biliyoruz. Ebeveyn tanımada rol oynayan başlatıcı
işaretler, grup olarak türe özgü görünmektedir: bunlar, işitsel, görsel ya da
(çoğunlukla memelilerde görülen) kokuya dayalı olabilmektedir. Kritik olan
zaman süreci genellikle kısa ve erken bir dönemi kapsar ve bu yolla gerçekleşen
öğrenmenin genellikle geri dönüşümü yoktur.
Kuşlarda eşeysel kalıplaşma Ebeveyn kalıplaşma aslında daha
geniş kapsamlı bir kavramın bir parçasıdır. Lorenz’in gösterdiği diğer bir tip
imprinting eşeysel kalıplaşma’dır. Bu işlem sayesinde birçok hayvan kendi
türünü ve çoğu zaman da yakın akrabalarını tanımayı öğrenir. Hayvanların çoğu,
kendi türlerine mensup ve üremeye hazır karşı cinsten bireyleri, doğuştan var
olan birtakım özellikleri sayesinde tanımaları mümkün olmakla birlikte; bazı durumlarda
özellikle kuşlar ve memelilerde, doğuştan var olanın ötesinde daha detaylı
bilgilere gereksinme duyulur. Örneğin Kuzey Atlantik’te birbirine yakın
akraba olan ve görünüşleri de birbirine benzeyen dört martı türü birlikte yuva
yaparlar; fakat nadiren kendi aralarında ürerler. Bu türler arasındaki tek
anlamlı görünüş farkı irisin ve göz etrafını çevreleyen etli halkanın
rengidir. N. G. Smith türler arasında bazı kuşların yumurtalarını değiştirmek
ve diğer kuşların da göz halkalarını boyamak suretiyle, yavruların,
ebeveynlerinin göz rengini bir davranış başlatıcısı olarak kullandığını
gösterdi: bu kuşlar erişkin hale geldiklerinde, dişiler çiftleşmek için,
gerçek ebeveynleri olsun ya da olmasın, kendilerini büyüten kuşlarla aynı iris
ve göz halkası rengine sahip olan erkekleri seçtiler, erkekler ise sadece yavru
iken gördükleri renk kombinasyonuna sahip olan dişilerle çiftleştiler. Demek
ki yavrularda, ebeveynin göz rengine bağlı olarak imprint meydana gelmekte ve
bu ileride yavru tarafından tekrar kullanılmaktadır. Genelde martıların eş
seçiminde, seslenme ve duruş biçimi gibi diğer başlatıcıların da kullanıldığı
bilinmektedir.
Diğer kalıplaşma çeşitleri Parazit olarak yaşayan kuşların
çoğu imprinting kullanır. Örneğin daha önce sözünü ettiğimiz Avrupa guguk
kuşu, başka türden kuşların yuvasında yumurtadan çıkar. Kendisine yabancı olan
bu yuvada ev sahibi kuşların ötüşlerini hafızasında saklar ve kendi
yumurtalarını bırakmak için uygun yer ararken bu bilgiyi hatırlayarak
kullanır. Yumurtaları bırakmak için doğru yuvayı seçmek çok önemlidir; çünkü
herbir dişi guguk kuşu yumurtasını yalnızca bir tek türün yuvasına
bırakabilir. Burada herhangi bir karışıklık, dişi için yavruların sağ
kalamaması anlamına gelir; çünkü diğer türlere ait kuşlar yuvada kendilerine
yabancı gelen bir yumurta gördüklerinde onu yuvadan atarlar ya da bunu
yapamazlarsa yuvalarını dağıtırlar.
Ev sahibi Kuşların davranışı büyük bir olasılıkla
yumurtaların kendisi üzerindeki kalıplaşmasından kaynaklanmaktadır. Yüzyılın
son çeyreğinde yaşayan birçok tür, örneğin karabatak, kendi yumurtalarını o
kadar iyi tanır ki aynı türe ait kuşların yumurtalarını görse bile bunları
yuvasından atar. Yine benzer şekilde sarı asma kuşu (sarıcık) yumurtlaması
tamamlanmadan önce, kendisine asalak olan bir çeşit sığırcık? kuşunun
yumurtalarını görürse onları kabul eder. Ancak, eğer kendi
yumurtlaması tamamlanmışsa sığırcığın kalıplanması kesilir ve sarı asma kuşu
bütün yabancı yumurtaları ortadan kaldırır.
Kuşların kendi türlerine özgü şarkıları öğrenmesi, doğuştan
yönlendirilen öğrenmeye diğer bir örnektir ve çok iyi araştırılmıştır.
Davis’deki California Universitesi’nden Peter Marler’in gösterdiği gibi ötücü
kuşların çoğu sadece kendi türlerine ait şarkılarda bulunan belirli unsurları
tanırlar; belli ki işitme sistemleri bu belirli özellikleri tespit edecek
şekilde yapılanmıştır.
Hassas dönemde baba kuşun şarkısındaki belirli unsurları
tanımak, yavruda ayrıntılı bir hatırlama programını tetikleyen sese dayalı
haşlatıcılar olarak iş görür. Yuvanın yakınında ötmekte olan bir kuş görmek de
diğer bir başlatıcıdır; doğada, bu ikisi bir arada meydana gelir. Sonuç olarak,
beyaz başlı bir serçe yavrusu sadece beyaz başlı serçelerin şarkısını
hatırlayacaktır. Hassas dönemde herhangi bir şarkı duymayan ya da sadece diğer
türlere ait şarkılar duyan bir kuş, hiçbir şev öğrenmez ve daha sonra sadece
doğuştan gelen bazı temel unsurları taşıyan bir şarkı söyleyebilir.
Günümüzde birçok diğer kalıplanma çeşitleri bilinmektedir.
Örneğin. dişi ördekler doğduktan iki gün sonra, yuva yüksekliği üzerine
kalıplanırlar ve sonradan kendi yuvalarını hangi yüksekliğe yapacaklarını buna
göre ayarlarlar. Fareler doğdukları yerin belirli özelliklerine kalıplanırlar
ve daha sonra ayrılıp kendi yuvasını yapacağı zaman benzer özellikler taşıyan
bir yer seçer. Bu uyum sağlamaya dayalı bir davranıştır; çünkü burada hayvan
kendisine hayatta kalma imkanı veren ortamlara benzer ortamları seçme eğilimi
sayesinde yavrularının yaşamasını da garanti altına almaktadır. Som balığı
büyük denizlere doğru yola çıktığı ilk gün dünyaya geldiği sığ akarsuyun
kokusu üzerine imprint olur ve uzun yıllar sonra okyanustan tekrar bu sığ suya
dönerken hafızasındaki koku ona yol gösterir. Güvercinler henüz tüyü bitmemiş
yavru iken kendi yuvalarının veri konusunda kalıplanır ve yıllar boyu yüzlerce
kilometre uzaktaki bir kafeste yaşadıktan sonra bile yuvalarına dönebilirler.
Bu tip örnekler sınırsızca çoğaltılabilir. Eğer koşullar değişkenlik
göstermiyorsa -yani çevre koşulları ve zamanlama uygun ve işe yarayacak
başlatıcılar da gereksinmeden önce ortamda mevcutsa, öğrenme işlemini belirli
doğrultulara yönlendirme konusunda doğuştan varolan yetenek, koşullara uyumu
sağlayacaktır ve çok büyük bir olasılıkla evrimleşmeye yol açacaktır.
KÜLTÜREL ÖĞRENME
Bizim türümüzü benzersiz kılan özellik, kişiden kişiye ve
dölden döle bilgi aktarabilme yeteneğidir. Bu sayede yeni döller, önceleri
geçerli olan, tehlikelerle dolu ve zaman tüketici deneme-yanılma
uğraşlarından korunmuş olurlar. Yani bizim kültürümüz kümülatif özelliktedir;
her döl yaşamını, bir öncekilerin birikimleri sayesinde sürdürür.
Diğer hayvanlar arasında da önceden bilinmeyen ve yararlı
olan bilgileri dölden döle aktarma özelliği evrimleşmiştir. Bu bilgilerin bir
kısmı, klasik uyum yoluyla, bir kısmı deneme-yanılma yoluyla, diğer bir kısım
da ikisinin birarada kullanılmasıyla edinilmiştir.
Yiyeceği öğrenme Beslenme konusunda özelleşmiş hayvanların
çoğu (belirli sayıdaki madde ile sınırlanmış diyetle beslenenler) belirli
yiyecekleri tanıyabilmek için doğuştan bazı mekanizmalara sahiptirler, halbuki
özelleşmemiş olanlar yiyeceklerin tadı konusunda daha seçicidirler ve
genellikle nelerin yenip nelerin yenmeyeceğini, bunları hangi işlemlerden
geçirmenin daha iyi olduğunu anlamak için doğuştan gelen bir yönelim ve
öğrenme yeteneği ile donanmışlardır.
En detaylı anlaşılmış örnekler, yaban tavuğu, orman tavuğu
ve evcil tavuklar gibi yerde yaşayan kuşlardan elde edilmiştir. Eckhard Hess’in
çalışması civcivlerin doğuştan, yiyeceğin büyüklüğü, şekli ve rengiyle ilgili,
kuvvetli eğilim taşıdığını göstermiştir. Yine de doğal ortamda ana tavuk,
yemleri gagalama, yerden toplama, yere düşürme, yavruların doğuştan tanıdığı
yem yemeğe çağırma sesleri çıkarma gibi davranışlarla yavruları etkiler ve
böylece onların dikkatini çekerek örneklediği şekilde yem gagalamalarına
önayak olur.
Civcivler denemek suretiyle, hangi nesnelerin yiyecek
olduğunu hangilerinin ise yenmeyeceğini kısa zamanda öğrenir. Ebeveyn
tarafından sergilenen örnek hareketlerin neden olduğu eğilimin ne kadar güçlü
olduğu bir deneyle ortaya kondu. Bu deneyde civcivlere turuncu ve yeşil renge
boyanmış yemlerden oluşan bir karışım sunuldu, bu civcivler aynı zamanda
saydam bir engelin diğer tarafından bir tavuğu gözlemlemektedir. Tavuk bu
renklerden sadece biri ile boyalı yemleri yemektedir. Yemlerin her iki rengi
de aynı derecede yenilebilir olmasına karşın civcivler kuvvetle yalnız tavuğun
seçtiği renkteki yemleri yemeyi tercih ettiler.
Bu tip deneyler, civcivlerin doğuştan belirli yiyecekleri
tercih etmesinin yanı sıra, ebeveynlerinin yiyecek-seçme davranışını kopya
etmelerini sağlayan ve yine doğuştan varolan bir eğilim taşıdıklarını ortaya
koydu; bu da sonuç olarak bilginin dölden döle aktarılması demekti. Hemen
hemen aynı olay, çeşitli kuşlarda ve memelilerde görülür ayrıca primatlarda
özel bir önemi vardır (Şekil 38.30). Bu, önceden bilinmeyen bazı yiyeceklerin,
keşif yapan bireyler ve yardımcıları tarafından keşfedilmesine ve diyete dahil
edilmesine imkan veren bir stratejidir.
Düşmanı tanıma Potansiyel düşmanlarını tanımak için birçok
hayvan öğrenme ve kültürel aktarım yoluyla elde ettiği bilgileri kullanır. Bu
fenomen dikkatle incelendiğinde en azından bazı durumlarda, öğrenme olayının
doğuştan yönlendirildiği görülür. Örneğin kuşlar, genellikle iki tip tehlike
ile karşılaşırlar: yumurtalara ve yavrulara saldıran karga, baykuş ve yılan
gibi yuvaya saldıran hayvanlar ve atmaca ve kedi gibi erişkin bireyleri
yakalayıp öldüren hayvanlar. Bu iki tip düşman karşısındaki davranış tamamen
farklıdır: bölgede yuva yapan kuşların çoğu, yuvaya saldıran hayvanlara karşı
saldırıya geçer; fakat aynı kuşlar, erişkin bireyleri hedef alan saldırganlar
göründüğünde saklanır. Kuşlar herbir gruptan birkaç hayvanı doğuştan tanır;
fakat düşmanlarının büyük çoğunluğunun kimler olduğunu sonradan öğrenmek
zorundadır. Bu, yavrular doğrudan bir hayati tehlikeye maruz kalmadan
gerçekleşir.
Almanya’da Ruhr Üniversitesi’nden Eberhard Curio, Avrupa
karakuşlarıyla yaptığı zekice kurgulanmış bir seri deneyde, düşman tanımanın
nasıl programlandığını keşfetti. Curio iki kafes içine karakuşları koyarak,
kafesleri birbirini görecek şekilde karşılıklı bir koridora yerleştirdi. Sonra
bu kafeslerin ortasına, dört bölümlü bir kutu yerleştirdi öyle ki herbir
kafesteki kuş sadece kendi tarafındaki hayvanı görebiliyor, diğer bölümlerde
ne olduğunu göremiyordu. Curio, bir kafesteki kuşların gördüğü bölüme
doldurulmuş bir baykuş, diğer kafesten görünen bölüme de zararsız ve pek
tanınmayan bir kuş olan Avusturalya bal kuşunu koydu. Baykuşu gören kuşlar,
hemen saldırı çığlıkları atmaya başladılar ve kafesin telleri arkasından
doldurulmuş baykuşa saldırmaya çalıştılar. Karşı kafesteki kuşlar da
karşılarında duran sadece bal kuşu (uyum sağlamamış karakuşlar bu kuşa
aldırmaz) olduğu halde, diğerlerinin seslerinin ve davranışlarının
saldırganlaştığını izleyince bal kuşuna saldırı davranışı sergilemeye
başladılar (Şekil 38.31C). Bu kuşlar, bal kuşuna sal diri davranışını başka kuşlara
da aktarabildiler. Curio, bir kukla hayvana karşı sergilenen bu anlamsız
düşmanlığın laboratuarda altı döl boyunca aktarıldığını gördü; üstelik bu
kuşlar hiçbir şekilde incitilmemişti. Bu araştırmacı, bu kültürel bilgi
aktarımı olayını, geçerli bir düşmanlık objesi olarak kullandığı bir deterjan
kutusu ile de aynen tekrarladı.
Şu halde doğuştan tanınan saldırı çığlıklarının klasik uyum
geliştirmede bir anahtar uyarısı olduğu açıkça görünmektedir: bir kuş, başka
bir kuşun saldırı çığlığını duyduğu zaman bu seslerin yöneltildiği varlığı,
kendisi de otomatikman düşman olarak beller. Diğer birçok hayvanda bu uyarı
seslenişleri örneğin fillerin boru sesini andıran haykırışı- aynı işlevi
yerine getirir; tecrübeli olanlar tehlikeyi farkettiklerinde, yavrular bir
zarara uğramadan önce onları tehlike hakkında bilgilendirir.
KUŞLARDA GÖÇ
İşaret uyarıları, motor programlar, içgüdüler ve doğuştan
yönlendirilen öğrenme olgularının karşılıklı olarak birbiriyle etkileşimi
sonunda ortaya çıkan bütün bu şaşırtıcı gelişmelerin belki de hiçbiri, akıl
almaz mesafeleri hiç tanımadıkları diyarlar boyunca aşarak yollarını hatasız
bir şekilde bulabilen bu hayvanların yaptığı iş kadar etkileyici değildir.
Birbiriyle yakınlığı bulunmayan kelebek, su kaplumbağası, sinek kuşu gibi pek
çok hayvan binlerce millik yolları kat ederek daha önce hiç gitmediği yerlere
göç eder. Bunların yönlerini bulmadaki olağanüstü yetenekleri çeşitli karmaşık
nörolojik ve fizyolojik sistemlerden doğmuştur ve bu sistemler üzerinde hala
detaylı çalışmalar yürütülmektedir.
Kuşlar arasında, iki ayrı göç stratejisi saptanmıştır.
İlkinde kuşlar belirli bir rotada uçmaya programlanmıştır. Frankfurt
Üniversitesi'nden Wolfgang Wiltschko sonbaharda, bahçe ötleğenlerinin
Almanya’nın kuzeyinden güneybatıya doğru birkaç hafta uçtuğunu (ya da,
oriyentasyon kafesindeyse uçmaya çalıştığını) bundan sonra da birkaç hafta
güneydoğuya uçtuğunu gösterdi. Harita üzerinden izlendiğinde bu rotanın onları
İspanya üzerinden güneye, Cebelitarık Boğazını geçtikten sonra da Afrika’da
kışı geçirdikleri topraklara ulaştırdığı görülür. Swarthmore Yüksek Okulu’ndan
Timothy ve Janet Williams, Kuzey Amerika’da birçok küçük kuşun Doğu
Sahillerine göç ettikten sonra orada alçak-basınç cephesinin oluşmasını
beklediğini ve sonra güney doğuya uçtuklarını keşfetti. Bu rotanın izlenmesi
sonucunda kuşlar kendilerini Güney Amerika'ya taşıyacak rüzgarları
yakalıyorlardı öyle ki rüzgarlarda bir değişiklik bu kuşların milyonlarcasının
denizde telef olması anlamına geliyordu.
Bu menzil belirleme ve zamanlama stratejisi, hedef bir kıta
olduğu zaman yeterince iyi işler; fakat hedef küçüldükçe güçlükle işe yarar.
Birçok göçmen hayvan ilk defa bulundukları yerlerde bile, tam nerede
olduklarını net olarak bilmek zorundadırlar. Bu gereksinmeyi karşılayan,
gizemli; fakat son derece gerçek bir yetenek olan harita duyusu yeteneğidir;
burada karşımıza çıkan, bölgenin mantıklı bir haritasından çok daha farklı bir şeydir. Harita duyusuna sahip bir hayvan enlemlerin ve boylamların her zaman
farkındaymış gibi davranır. Hayvanlardaki harita duyusu, modern biyolojideki
en esrarengiz ve ilgi çekici konulardan biridir.
Göçmen kuşların birçoğunda harita duyusu bulunmasına karşın,
yılda iki kez gerçekleştirdikleri yolculuk tekrarlandıkça geride çok istek
bırakır. Bu nedenle bir çok araştırmacı posta güvercinleriyle çalışmayı tercih
eder, iyi bir posta güvercini yuvasından alınıp tamamen karanlıkta (hatta
anestezi altında) yüzlerce hatta binlerce kilometre uzağa götürüldükten sonra
bile, salıverildiğinde havada kısaca birkaç daire çizdikten sonra yuvasının
hangi yönde olduğunu kabaca belirler ve oraya doğru uçar. Posta
güvercinlerinin hem menzil belirleme duyusu hem de harita duyusu vardır.
Harita duyusu hakkında elde pek az kesinleşmiş bilgi
mevcuttur, yine de bu bilgi harita duyusunun şaşırtıcı bir şekilde kesin ve net
olduğunu gösterir. Bu verileri ilk elde eden iki araştırmacı Göttingen
Üniversitesinden Klaus Schmidt-Koenig ve şu anda Cornell Üniversitesi nde olan
Charles Walcott’dur. Bu araştırmacılar, salıvermeden önce güvercinlerin
gözlerine cisimlerin şekillerini görmelerini engelleyen yarı geçirgen lensler
laktılar. Bu kuşlar birkaç kilometre uzakta olmalarına karşın yuvalarına
dönmeyi başardılar. Bazı araştırıcılar harita duyusunun temelde kokuya dayalı
işaretlere dayandığına inanmakta, bazıları da burada manyetik uyarıların
etken olduğunu öne sürmektedir. Aslında bu hipotezlerin ikisi de yeterince
doyurucu değildir.
Güvercinlerde ve göçmen kuşlarda menzil belirleme duyusu
günümüzde oldukça iyi anlaşılmıştır. Birçok böcekler gibi güvercinler ve diğer
diurnal (bir günlük döngüye tabi) hayvanlar için güneşin pozisyonu standart bir
belirteçtir. Elbette güneşin pozisyonu günün hangi saati olduğuna göre
değişiklik gösterir; ancak kuşlar içsel bir zaman duyusuna sahip görünürler ve
güneşin sabahtan akşama kadar batıya doğru hareket halinde olması onları
yanıltmaz. Benzer şekilde nokturnal (geceleri dolaşan) hayvanlar göç yollarını
belirlemek için, sonradan öğrendikleri yıldız kümeleri görüntülerini
kullanırlar. Kuşların göçünde güneşin ve yıldızların rolü yapay bir gökyüzü
altına yerleştirilen kafeslerde tutulan kuşların davranışı ile gösterilmiştir:
göç mevsimi geldiğinde bu kuşlar doğada serbest olan benzerlerinin uçtuğu yöne
doğru kafesten kaçmak için çok istekli bir çaba içine girerler. Aniden
hayvanlara yapay güneş ya da yapay yıldızlarla donatılmış bir gökyüzü
sunulduğunda kuşlar uçmak için esaslı çaba harcadıklar yönü derhal
değiştirirler.
Cornell Üniversitesinden Steven T. Emlen’in deneyleri
göçeden nokturnal hayvanların, henüz yuvadan ayrılamayacak kadar küçük yavrular
olduğu zamanlarda, gece gökyüzünde diğer bütün yıldızların etrafında döndüğü
bir referans noktası gibi görünen Kuzey Yıldızı’nı kullanarak takım yıldızları
hafızalarına aldıklarını ortaya koymuştur. Bunun sonucu olarak, bu kuşlar
küçük bir gökyüzü parçası görseler bile hangi tarafın kuzey olduğunu
bulabilirler. Bu deneyde kuşlar, keyfi olarak seçilen bir menzil mesafesine
göre yerleri' değiştirilen ve bir kutup etrafında döndürülen yapay bir gökyüzü
altında büyütüldüler. Hafızalarına gördüklerini kaydettikleri kritik dönem olan
büyüme dönemi süresince kendilerine yapay yıldız kümeleri görüntüsü sunulan bu
kuşlar, göç zamanı geldiğinde, gözlemledikleri yıldız kümelerine uygun bir yöne
göç etmeye programlanırlar.
Posta güvercinleri güneş pusulası kullandıklarını aynı
derecede çarpıcı bir yolla gösterdiler. Güneşin yönünü hatasız yorumlama
özelliği, bu kuşlarda, gündüz-gece döngüsünün değiştirilmesine duyarlı olan
içsel bir zamanlayıcının varlığına dayanır. Örneğin, ışıkları altı saat erken
yakılan ve erken kapatılan -geceyarısında yakılan ve öğle üzeri söndürülen-bir
odada tutulan güvercin, güneşin pozisyonunu buna bağlı olarak yanlış
yorumlayacaktır.
Böyle bir kuş gerçek öğle saatinde salıverilirse, içsel
saati, zamanı öğleden sonra 6 olarak okur. Güneşi güneyde görür; fakat zaman
kaymasına uğradığı için güneşin pozisyonunun batıyı gösterdiği yorumunu yapar.
Bu nedenden eğer yuvası güneyde ise kuş, güneşin 90 derece sol tarafına doğru
uçar; güneye doğru uçtuğunu sanır; ama doğuya yönelir. Fakat güvercinler
sürekli karanlıkta da yuvalarının yolunu bulabilirler. Eğer onlara yön
gösteren güneş ise güneşin görünmediği durumlarda kuşlara yol gösteren nedir?
Cornell Üniversitesi'nden William T. Keeton, bu soruyu yanıtlandırabilmek
için, hem normal güvercinleri hem de zaman kaymasına uğratılmış güvercinleri
bulutlu bir günde salıverdi. Sonuçlar açık seçik ve çarpıcıydı; güvercinler
karanlıkta da yuvalarına dönmeyi başardılar, bu onların zamana bağımlı olmayan
başka bir faktör tarafından yönlendirilmesi anlamına geliyordu; çünkü zaman
kaymasına uğratılmış kuşların yolculuğa başlama noktaları değişiklik
göstermedi. Aşikar bir şekilde ortaya çıkan sonuç, güvercinlerde bir yedek
sistem bulunduğu idi ve Keeton bu ikinci pusulanın manyetik olabileceğini
düşündü.
Güvercinlerin manyetik pusula kullandığını açık bir şekilde
gösteren Walcott oldu. Bu araştırıcı kuşların başlarına ince telden halkalar
yerleştirdi. Bir pil yardımıyla bu halkalardan akım geçirerek kuşların
kafasındaki alan duygusunu tersine çevirdi. Bulutlu günlerde, pilleri halkalara
bağlanmayan kuşlar normal olarak yuvalarına yönelirken halkalarından akım
geçirilen bu kuşlar yuvalarının aksi yöne doğru gittiler. Güneşli günlerde
halkaların herhangi bir etkisi saptanmadı.
Hayvanlarda davranışın fizyolojik ve nöral temelleri,
değişik disiplinlerin ilgi alanına giren göz kamaştırıcı araştırma
konularıdır. Doğadaki olağanüstü çeşitliliği yaratan türler arasındaki
etkileşimleri ve sosyal davranış kalıplarını ortaya çıkaran davranış evrimini
şekillendiren ekolojik faktörleri anlamaya çalışmak, bilinmeyen bağlantıları
kurmamızı sağlayan ve eşit oranda da ödüllendiren uğraştır.
KAYNAK
William T.Keton. Genel Biyoloji.
Yorumlar
Yorum Gönder