VAROLUŞÇULUĞUN KÖKENLERİ


*
Felsefeden Edebiyata Varoluşculuk
**
Felsefeyi bireysel bir serüvene dönüştüren ilk felsefeci Sokrates’tir diyebiliriz. Aynı zamanda yaşama giden bir yoldur Sokrates’in felsefesi. ”Çiçero’nun dediği gibi, felsefeyi gökyüzünden indiren, onu insanoğluna tanıtan filozoftur”, Sokrates.

Pytagaros, Heraklitos, Empedokles gibi ilk çağ düşünürlerinde çok belirgin bir şekilde yaşam-düşünce birliğinin olduğunu görürüz.  Sokrates yaşam-düşünce birliğine dayanan bu felsefeyi sofistlerden sonra tekrar canlandırmıştır. Sokrates’in bireysel serüvenini takip ederken, Goethe’nin Faust’unu da yanımıza alarak, felsefedeki ve edebiyattaki bireyin varoluşsal yolculuğunda, batıdan doğuya doğru bir yol izlediğimizde, Doğudan Hallacı Mansur’u, Ömer Hayyam’ı, Buddha’yı, Tasavvuf Bilginlerini saydıktan sonra Zen Bilginlerine kadar birçok Sokrates veya Faust’la karşılaşabiliriz. Bu da bize felsefenin nerede olursa olsun varoluş üzerine düşünmeyi asla bırakmadığını göstermektedir. Doğudan tekrar batıya döndüğümüzde artık, Kierkegaard ve Nietzsche‘nin bu alandaki çabalarını, onların ardılları olan Jaspers, Heidegger, Sartre gibi düşünürler, bu yolculuğu 20.yy da zirveye ulaştırmış olacaklardır. Bu yüzyılda artık felsefe sokağa inmiş, sıradan halkın da gündemine girmiş, büyük yankılar uyandırmıştır. Tabi bu yolculukta Dostoyevski’nin dehasını anmadan geçmek olmaz. Her ne kadar Kaufmann, “Dostoyevski’ye varoluşçu diyebilmek için herhangi bir nedenin olmadığını fakat Yeraltından Notlar’ın varoluşçuluk için yazıla gelmiş en iyi başlangıç yapıtı olduğunu” söylese de çoğu düşünür Dostoyevski’nin romanlarında birçok varoluşsal öğenin olduğunu ve Dostoyevski romanlarında bireyin edebiyattaki varoluşsal yolculuğunu görebileceğimizi ısrarla söylemektedir. Varoluşçuluğun soy kütüğünü incelediğimizde daha çok birey ile karşılaşırız. Örneğin “Kierkegaard bireyi ana gerçek sayar, toplumu hor görür. Ona göre bireyin varlığını koruması için toplumdan, kamudan, eşitlikten sıyrılması gerekir. Bireycilik ancak yalnızlık, boğuntu, kaygı ve umutsuzluk içinde belirir, korunur ve derinleşir.” Varoluşçuluk temelde klasik felsefenin dizge ve dogmalarından bağımsız olarak felsefe yapma eğilimindedir. Çoğu araştırmacı ve filozof varoluşun kökenini daha çok 19.yy ortalarında arasalar da varoluşun hikayesine her yüzyılda rastlamamız mümkün. İlkel dönemden günümüze kadar insan hep varoluş halinde olmuştur, Sokrates’in batıdan yankılanarak ‘Kendini bil’ diyen sesi ile doğudan Tasavvuf ve Zen felsefesinin ‘Kendini bil’ diyen sesi aynı yolda yürümektedir. Fakat 19. ve 20. yy da isim konularak daha açık bir şekilde direk olarak felsefenin konusu yapılmıştır varoluşçuluk.

Colette, varoluş filozoflarının tarihsel ve felsefi kütüklerinin kolay saptanabileceğini söylemektedir: “Felsefenin daha Yunan kökenlerinden itibaren, ardından da Kitap dinlerinin öğretisini dikkate alarak, İnsan yaşamının anlamı diye her zaman adlandırılmamış olsa da tam anlamıyla etik sorunun merkezini oluşturan şey üzerinde düşünmeye asla ara vermediği ortadadır. Kant’la birlikte kibirli ontoloji adından vazgeçen felsefe, ‘duyum-üstü’nden felsefi olarak konuşmakta yetkili bir özgürlük düşüncesine yer açtı ve tanrısal olanın ontolojik doğası üzerinde spekülasyonda bulunmayı, kendi kavramını oluşturma kaygısını, özüyle varoluşunun ilişkilerini analiz etmeyi bir yana bıraktı. Ama tözün yaşam ve tin olarak algılanmasına Hegel’de rastlanır: İçsel farklılıklar üreten temel yadsıma, öznelliği yalnızca lirik biçimde anmayı değil, değişimleri ve özündeki parçalanmaları içinde düşünmeyi sağlar. Böylelikle, Kantçılık sonrası özgürlük düşüncesi ve negativiteyle işleyen Hegelcilik sonrası öznellik düşüncesi sıfatı altında, varoluşsal tematiğin tarihsel ve felsefi olarak yerleştiği söylenebilir. Ama W. Schulz’un Belirttiği gibi, varoluşsal düşüncesin habercisi olarak Schelling’i görebiliriz.”, buna gerekçe olarak da Colettte, Schelling’in varoluş anlayışını göstermektedir. Jaspers varoluş kelimesini ‘Varoluş felsefesi’ bağlamında kullanmış olsa da Sartre varoluşçuluk kelimesini yayılmasında büyük rol oynamıştır. Varoluşçuluk kütüğü incelendiğinde Aziz Augustinus, Stoacılar ve Pascal ile devam eden bu zincire daha sonra Kierkegaard, Nietzsche ve Schopenhauer da katılmıştır. Ve günümüze kadar bu yola katkı sunanların sayısı giderek artmıştır.

Verneaux ve teolojiye inanan varoluşçular için “ Varoluşçuluk, çağdaş yaşamdaki birçok şey gibi laikleştirilmiş bir dini düşünce hareketi, deli haline gelmiş ya da getirilmiş bir Hıristiyanlıktır. Bu durumda varoluşçu dramın senaryosu Tevrat ve İncil’den uyarlanmış, başoyuncuları da St. Lean, St. Paul, St. Augustin gibi azizlerden devşirilmiş olacaktır yine Verneaux’a göre her ne kadar azizlerin filozof olmadığı söylenebilecekse de onlar felsefe yapmasalar da varoluşçulardır.”


VAROLUŞÇU AKIMLAR
Bireyin varoluşçuluğuna katkı sunan bu yazar ve düşünürlerin temel uğraşları bireyin kurtuluşu ve bireyin varoluşsal sancıları olmuştur.  Varoluşçulukta esas olan bireyin kendine özgü bakış açısıdır. Bunun içindir ki tek bir var oluşçuluk tanımı yoktur ve herkesin kendine özgü bir varoluşu vardır. Her bireyin varoluşu biriciktir.  Burada Camus’nun sorduğu soruyu bir kez daha sorabiliriz “İnsan, ne Tanrının ne de akılcı düşüncenin yardımı olmadan, tek başına kendi değerlerini yaratabilir mi?”. Kendi başına, ‘fırlatılmış’ olduğu bu dünyada yalnız başına kendini yaratabilir mi? Çoğu kaynakta Kierkegaard Varoluşçuluğun temelini atan düşünür olarak karşımıza çıkar. Edebiyatta ise başlangıç yapıtı olarak Dostoyevski’nin “Yeraltından Notlar” adlı eseri gösterilmektedir. Fakat Dostoyevski ve Kierkegaard arasındaki fark oldukça büyüktür; “Kierkegaard bir birey olarak çıkar karşımıza, Dostoyevski ise bize bir dünya sunar. İkisi de son derece rahatsız edicidirler, ama bu rahatsızlık Dostoyevski’de yıldırıcı bir genişlikten, Kierkegaard’da ise buruk bir darlıktan doğar. İnsan Kierkegaard’dan gelir de, Dostoyevski’ye dalarsa, küçük bir odada büyütüldükten sonra, ansızın okyanus ortasındaki bir yelkenliye bırakılıveren biri gibi kendini yitirir.”

Kierkegaard “ Ölüm korkusunu yenme üzerine olan öğretilerde, Sokrates’in erdemin öğrenebilirliği önergesi arasında bağlantı kurmanın bir güçlüğü olmadığını söyler […] Kierkegaard’a göre yalnız Hıristiyan bilinci, erdemin, insan aklı değil, iradesi tarafından belirlendiğinin farkına varabilmiştir. ‘ Günah insanın doğruyu anlamayışı gerçeğinden değil, anlayamayacağı ve doğru olanı yapmayacağı gerçeğinden doğar.’ Kierkegaard, insanı hayvandan ayırt eden şeyin, Eski Yunan filozoflarının ileri sürdüğü gibi akıl değil irade olduğunu söyler.”

Kierkegaard, insanın yalnızca Hıristiyanlıkla birey olarak benliğine ulaşacağını düşündüğü için Eski Yunan uygarlığının bireyin farkına varamadığını söylemektedir. Kierkegaard’ın anlattığı varoluşçuluk, Eski Yunan ahlakına karşı çıkar ve Hıristiyan ahlakını Aguntinus’a benzer bir şekilde yeniden diriltir.  Daha sonraları Heidegger de aynı yolu izleyecektir. Heidegger ve Jaspers de Kierkegaard’ın yolunu izleyerek Hıristiyanlıkta olduğu gibi varoluşçu felsefesinde de asıl varoluş ölümün karşısındaki varoluş olduğunu söyleyeceklerdir. ”Memento Mori (Dikkat Ölüm) Hıristiyanlıkta Tanrı’yı hatırlatır; Heidegger’de ise varoluşu.” Kierkegaard, Pascal’ın Katolik Hıristiyanlığına bağlılıktan aşağı bir yanı olmayan Protestan Hıristiyanlığına bağlılığına ve Hegel’in salt dizgeci ve nesnelci bakışına karşı sert eleştirilerde bulunmuş ve Hegel’in kesinliklerinin aksine, insanın içinde bulunduğu durumun belirsizliğine ve saçmalığına dikkat çekmiştir. Kierkegaard her zaman bireye dönük bir Hıristiyan inancına dayandırdığı özgür seçimlere dayalı bir varoluş ahlakı önermiştir. “ Kierkegaard, inan, duygu, kayıtsız koşulsuz bağlanma gibi izlekler üstünde dururken bir yandan da tanrı bilimin payını elden geldiğince azaltmaya, öbür yanda ussal düşüncenin dindeki yerini olabildiğince küçültmeye çalışmıştır. Kierkegaard, Kilise babaları ve Tanrı bilimcilere usanmadan saldırmış; Hıristiyanlığın baştan sona ussal bir din olduğunu göstermeye çalışanlara, İnan(c)ın ustan daha önemli olduğunu çünkü Hıristiyanlığın bütünüyle ‘usdışı’, hatta ‘anlamdaşı’ olduğu karşılığını vermiştir.

Kierkegaard kutsal kitaplardaki betimlemeleri, kendi betimlemeleri doğrultusunda yeniden kurmuş ve geliştirmiş, Danimarka kilisesini eleştirerek Hıristiyanlığın yeniden -fakat kilise Hıristiyanlığından çok ayrı bir biçimde- çözümleyip geliştirme çabası içine girmiştir.  “Kierkegaard saldırgan bir düşünürdü, saldırılarını yönelttiği başlıca hedefler de, ancak ikinci elden bilgilerle yarım yamalak tanıdığı Hegel, bir de aşağı yukarı on sekiz yüzyıldır varolduğu durumuyla, ilk bakışta felsefeyle doğrudan doğruya hiçbir ilişkisi yokmuş gibi görünen Hıristiyanlıktı. Gerçekte Kierkegaard Eski Yunan bilgeliğine başkaldırmaktaydı: felsefede olsun, Hıristiyanlıkta olsun saldırdığı tek şey, Eski Yunanın kalıtlarıydı”. Kierkegaard’ın felsefesi direk olarak onun yaşamıyla ilintilidir. Onun özel yaşamındaki gelişmeleri ve çalkantıları onun felsefesinde bulmak mümkündür. Aslında bu bir anlamda varoluşçu felsefesinin karakteristik özelliğidir de. Kierkegaard’ın kuruculuğunu yapmış olduğu bu dramlarla dolu felsefi akımın içinde yer alan çoğu düşünürün felsefeleriyle düşüncelerinin birbiriyle ilintili olduğunu rahatlıkla görebiliriz. 19. ve 20. yüzyıl varoluşçu düşünürlerin hepsinde yaşamları ve düşünceleri arasında sıkı sıkıya bir bağ vardır. Dostoyevski, Sartre, Camus gibi düşünürlerde de durum aynıdır. Kierkegaard felsefesinin üç ayrı aşaması vardır; estetik, etik ve din.  Estetik aşamasında daha çok ironiyle ve oyunlarla sıkıcı olanı ilginç kılma çabasıdır. Etik aşaması ise daha yüksek olana ‘dinsel aşama’ya geçiş ve bu dinsel yaşam sürdürülürken edinilmesi olanaklı olan bir yaşam görüşüdür.  Kierkegaard’a göre insanın dinsel buyruklarla karşılaşmasından önce etik buyruklarla yüzleşmesi gerekmektedir.

“ ‘Dinsel varoluş aşaması’na gelince, Kierkegaard her şeyden önce kendisini bir din ozanı olarak tanımlamıştır. Yapıtlarıyla temelde gerçekleştirmeye çalıştığı okurlarının Hıristiyanlık dininin gerçek özüne dönmelerini sağlamaktır. Dönülmesini istediği Hıristiyanlık türü,  günah, suç acılara katlanma, bireysel sorumluluk gibi ağır değerlerin ya da bedellerin sonuna dek yaşanmasından geçmektedir. Bu anlamada sahici Hıristiyan inanışı Kierkegaard’a göre kesinlikle Kilise’nin dogmalarını peşinen kabullenen bir sürü inanışı değildir.”

Sartre Kierkegaard’ı şöyle açıklamıştır : “Kierkegaard’ın bir filozof olmadığı kesinlikle ortadadır; gerçekte kendisi de bu unvanı yadsımıştır. Aslında Kierkegaard, bir dizge içine sıkışıp kalmak istemeyen, Hegel’in ’usçuluğuna’ karşı, durmadan, yaşanmış olanın indirgenmezliğini ve özgüllüğünü ileri süren bir Hıristiyan’dır. …Kierkegaard, özün nesnel evrenselliğine karşı yalın ve özgül öznelliği, her türlü gerçekliğin dingin aracılığına karşı yaşamın dar ve tutkulu uzlaşmazlığını, bilimsel açıklığa karşı günah işlemeye bile göğüs geren iman davasını koymaktadır.” Kierkegaard yozlaşan kültürel ve toplumsal değerlere, Hıristiyanlığın yaşamı olumsuzlayan öğretilerine karşı hemen her yapıtında savaş vermiştir. Ölümünden yıllar sonra anlaşılmaya başlanan Kierkegaard etkisini sonraki varoluşçu düşünürlerin eserlerinde göstermiştir. Kierkegaard’ın Almancaya çevrilmesiyle birlikte Heidegger’in “Varlık ve Zaman” eserini yazarken büyük ölçüde Kierkegaard’ın etkisinde kaldığı açıktır. “Kierkegaard’dan sonra var oluşçuluk iki dala ayrılır” Ve benzer soruların cevaplarını, aynı amaçla belki ama farklı yollardan keşfetmeye girişir.

“Kierkegaard, Karl Bath, Jaspers, Max Scheler, Landsberg, Maurice Blondel, Henri Bergson, Cahrles Peguy,Gabriel Marcel, Le Sene, Beyaz Rus Nicola Bardiaeff, Leon Chestov, Soloviev vb.” filozoflar Hıristiyan varoluşçular olarak tanımlanırken, “Frederich Nietzsche, Martin Heidegger, Jean Paul Sartre vb.” düşünürler ise tanrı tanımaz varoluşçular olarak adlandırılmaktadırlar.
Bazı kaynaklarda, Marks, Dewey, Calvin, Luther, Aziz Agustin, Aziz Aquino’lu Tomas, Beckett, Beethoven, Bataille, Budelaire, Faulkner, Frost, Van Gogh, Gide, Hemingway, Hölderlin, Poe ve Shakspeare gibi sanatçılar da varoluşçu akım içinde gösterilmektedirler.

“Kierkegaard’ın düşünceleri başını Paul Tillich, Martin Buber,  Karl Bath,Karl Jaspers, Gabriel Marcel gibi önemli düşünürlerin çektiği oldukça etkili bir 20. yy dinsel varoluşçuluk okulunun kurulmasına esin kaynağı olmuş” olsa da, 20.yy batı felsefesindeki varoluşçuluk daha çok tanrı tanımaz varoluşçularla anılmıştır. Bu akımın başını Heidegger çekse de asıl zirveye taşıyan kişi Sartre olmuştur. Nietzsche doğrudan varoluşçu olarak tanımlanmasa da eşsiz düşünceleriyle varoluşçuluğa hep bir esin kaynağı olmuştur. “Tanrı öldü!” sözüyle başta tek tanrılı ve Kitaplı dinlere karşı olmak üzere değerlerin dayandırılabileceği bir aşkın noktanın olanaksızlığını haber veren Nietzsche geleneksel metafizik ve Hıristiyanlığın değerlerine karşı etkili bir eleştiri sunmuş ve 20.yy varoluşçuluk akımı üzerinde büyük bir etki yaratmıştır.

Nermi Uygur Nietzsche’yi şöyle tanımlar. “Nietzsche’nin yaşama felsefesi düşünme dünyasının tümüyle örtüşür. ‘Yaşama ’ sözü bu felsefenin her yerine sinmiştir, her yanını içten belirler. Nietzsche felsefesinin ana kavramıdır ’yaşama’… Düşüncelerini yaşantılarından devşirir. Yaşamasının olanca iniş çıkış, acı alınyazısı, son on biri akıl hastalığıyla geçen 56 yılın sevgileri, dargınlıkları, yurt dışında dolaşmalar, öfkeleri, bedence hastalıklar yansır düşüncelerinde.”

Bütün diğer düşünürlerdeki ölçüleri Nietzsche için uyguladığımızda “Nietzsche’nin varoluşçu olduğu kolaylıkla söylenebilir, Herhangi bir düşünce okulundan olmamak, herhangi bir inançlar kümesini, özellikler sistemleri yetersiz görmek, sığlığını, bilgiçliğini, yaşamdan yoksunluğunu ileri sürerek gelenekçi felsefeyi açıkça küçümsemek – bütün bunlar Kierkegaard’ın, Jaspers’in, Heidegger’in olduğu gibi Nietzsche’nin de belli başlı özellikleridir.”

Nietzsche’nin  “değerlerin yıkımı”, “Kozmik amaçsızlık” ve “Tanrı’nın ölümü” gibi yok sayıcı açıklamaları yalnızca kendinden sonraki felsefeciler için değil, özellikle sanatçılar olmak üzere, çoğu sistem eleştirmenlerine ve kültür dünyasının hemen her dalından araştırmacılara büyük bir esin kaynağı olmuştur.

Hiç kuşkusuz Nietzsche varoluşçuluğun tarihsel sürecinde büyük bir yere sahiptir. Jaspers, Heidegger, Sartre, Camu gibi düşünürler Nietzschesiz düşünülemez, Nietzsche, “Sartre’ın en önemli felsefe yapıtı olan ‘Varlık ve Hiçlik’te anılan tek addır, Jaspers, Nietzsche üzerine iki büyük kitap yazmıştır. Birçok öbür kitaplarında da onu inceden inceye eleştirmiştir, Heidegger, son yapıtlarında Nietzsche’yi, Jaspers’in gördüğünden daha da önemli görür.[…] Heidegger ve Jaspers’in çizdikleri Nietzsche, Nietzsche üzerine olduğu kadar Alman varoluşçuları üzerine de çok şey söyler bize.”
“Nietzschesiz varoluşçuluk hemen hemen Aristotelessiz Thomism gibi bir şey olur; ama Nietzsche’ye varoluşçu demek Aristoteles’e Thomist demeğe benzer.”

“Kierkegaard ve Nietzsche’nin saçtıkları tohumlar ilk olarak Jaspers’in yapıtında varoluşçuluk, ya da kendi yeğlediği deyimle Existenzphilosophie niteliğine yükselmiştir. Jaspers’in <varoluşçuluk> adına karşı çıkmasının bir nedeni, bu adın bir düşünce okulunu, öbür öğretilerin yanı sıra bir öğretiyi, belli bir tutumu belirlemesidir.”

Felsefe adlı eseriyle varoluşçu akıma büyük katkılar sunmuş Jaspers daha sonra bu kavramı kabul etmemeye başlamıştır. Jaspers’e göre “varoluş bir kavram değil, bir imdir ve ‘her nesnelliğin ötesi’ni belirtir.” Varoluşçuluk durağan bir nesne değildir, sürekli olasılığı düşünen ve yolda olan şeydir.
“Jaspers’e göre (1997,s:9), varoluş ancak eylemde ortaysa çıkar ve ölüm, acı, kaygı, tedirginlik, korku gibi insanı belli bir olgunun sınırına götüren durumlarda gerçekleşir. Görüldüğü gibi böyle bir tanım çerçevesinde anlaşılması zor görünen hiçbir şey yoktur. Oysa zorluk tanımda, düşünce düzleminde değil sınır durumların bilgisine, ancak bu durumlarda kalarak, yani yaşayarak sahip olunabileceğini bilmektedir.

“Jaspers’in varoluşçuluğunun en genel anlamda, iki katlı bir kendini gerçekleştirme tasarısından oluşan bir insan anlayışı üstüne bina edildiği söylenebilir. Bu noktada Kant ile Kierkegaard’ın kimi düşünceleri arasında orta bir yol belirleyen Jaspers, insan varlığı, deneysel olmayan bir boyutu da bulunan deneysel boyutlu bir görüngü olarak betimlemektedir.”

Jaspers için çağın en orijinal düşünürleri Kierkegaard ve Nietzsche’dir. Bunun gerekçe olarak da bu iki düşünürde, düşüncenin akademik bir esinlenmeden değil de varoluş üzerine temellenmiş olduğunu göstermektedir. Jaspers için bu niteliği taşımayan felsefenin çabası her zaman ikinci sırada olmuştur. Jaspers “Felsefe Üzerine” adlı denemesinde ”Günümüz üniversitelerinde gerçek felsefe olmadığını üzüntüyle kavradığım an, böyle bir boşluk karşısında kendi felsefesini yaratacak güçte olmayan bir kimseye bile felsefe üzerine söylev çekmek, felsefenin bir zamanlar ne olduğunu, ne olabileceğini açıklamak hakkı tanınabileceğini düşündüm.” Diyerek, aslında gelmekte olan kendi felsefesinden haber vermektedir.  Geçek anlamda felsefenin insanın bireysel varlığından fışkırarak diğer bireylere seslenmesi ve gerçek varlığı sağlamak için onlara yardımcı olmak gerektiğine inandığı için onun felsefesi hiçbir zaman bir öğreti olmamıştır.” Kitapları arasında en çok sevdiğini söylediği Philosophie’si için, bu kitapta bir öğreti arayan okurlar umut kırıklığına uğrayacaklardır der; yapıt içinde edilgin uyuşuk kalmak isteyen okur da bir boşluk duyacak, bir şey bulamayacaktır. <bu okurlar gerçekten de benim hiçbir şey söylemediğimi ileri sürmelidirler. Onların durumundaki eksiklik, benim öbür kanadın vurması adına verdiğim şeydir, bu da, okunan parçada söylenenin (bir kanadın vuruşu gibi)  bütün bir anlam kazanarak yükselivermesi için gereklidir.>”

Jaspers’i inceleyen herkes, Kierkegaard’ın yoğun etkisini görebilir. Fakat Jaspers, Kierkegaard’ın kolayca tekrarlanabilecek düşüncelerini ustalıkla elemeyi başarabilmiştir.   Ve ayrıca Jaspers çok daha alçak gönüllü davranarak kendini Sokrates ile karşılaştırma gibi bir alışkanlığa girmemiştir. Doktorluk ve ruhbilimciliği de yapan “Jaspers’in de gerçekte öbür varoluşçular gibi, seçtiği belli bir bilime yönelmesi önemle üzerinde durulmağa değer bir noktadır: ruhbilim. Nietzsche’nin Ecco Homo’sunun son bölümünde sorduğu’ benden önce hangi filozof bir ruhbilimci olmuştur?’ sorusunda haklı bir yan vardır. Yeraltında Notlar’ı okurken de çekinmeden şu soruyu sorabiliriz: Dostoyevski’den önce hangi romancı ruhbilimci diye adlandırılmağa hak kazanmıştı?

Kierkegaard’ın The Consept of Dread’de ilk günahı ele alışıyla ilgili olarak: Kierkegaard’dan hangi tanrıbilimci bir ruhbilimciydi? Diyebiliriz. Jaspers de şöyle sorabilir: benden önce hangi filozof hem ruh çözümleyici hem de doktor olmuştur? Heidegger de şu soruyu haydi haydi sorar: benden önce hangi filozof ana yapıtında sunulanın ruhbilim olmadığını söylemekte bunca direnmeyi gereksinmiştir? Son olarak Sartre, ana felsefe yapıtının önemli bir bölümüne  ‘Varoluşsal Ruhçözümü’ başlığını takmıştır.”

Jaspers hayatı boyunca Nietzsche üzerine kitaplar yazdıktan sonra yetmişli yaşlarında Kierkegaard’ın Nietzsche’den daha üstün olduğu sonucuna vardığını söyler. Bu konuda tam tersi bir değerlendirme yapan Heidegger, “son yazılarında Kierkegaard’ın bir dinsel yazardan başka bir şey olmadığını” ve Nietzsche’nin batının görüp görebileceği en büyük metafizikçi olduğunu söyler, yaptığı çalışmalarda Nietzsche’nin yapıtlarıyla giderek daha fazla bağ kurmaya başlar.

20.yy varoluşçuluğu Husserl’in yaratmış olduğu ve Heidegger tarafında varoluşçu akımın içine taşınan fenomenolojiden de çok değerli kazanımlar elde etmiştir. “Fenomenoloji, […] bir felsefe değil, bir yöntemdir. Bu yöntemin taşıdığı önem ise, nerdeyse tıkanma, felç olma noktasına gelen felsefeye yepyeni bir soluk taşıması, düşünceye yeni bir ufuk açmasıdır denebilir.” Heidegger,” Husserl’den devraldığı ‘görüngübilimsel yöntemi’ insan denen varlığın ne olduğu, nasıl yaşaması gerektiği, ölüm ile yaşamın anlamı gibi sorular bağlamında kişisel varoluşla ilintili konulara başarıyla uygulayarak. Varoluşçu görüngübilim adıyla varoluşçuluk içinde yeni bir kanal açmıştır”

Alman varoluşçuluğunda büyük bir yeri olan Heidegger’in ilk döneminde yazdığı ‘Varlık ve Zaman’, önce bilindik bir metafizik çalışması olarak değerlendirilse de daha sonraki yıllarda insanın dünyada olmasının nasıl bir anlam taşıdığına yönelik bir “varoluş araştırması” olarak okunmaya başlanmıştır. Bu eserinde Heidegger Descartes’in bilinç tasarımını (“düşünüyorum öyleyse varım”) kesin bir biçimde reddetmiştir.  Ve Nietzsche’nin “Kişi nasıl kendisi olur?” sorusuna yanıt olarak kişioğlunun kim ve ne olduğunu ve bu dünyada kendi kendisiyle ne yapacağını bulması, yukarıdaki soruya cevap araması gerektiğini ileri sürmüştür. Böylece görüngübilim, Heidegger ile birlikte kişinin varoluşunu açımlamanın yöntemine dönüşmüştür.

Heidegger, “ görüngübilimden yorumbilgisine, yapısökümden tanrıbilime çok geniş bir alanda” etkili olmuş, kendine özgü Almancası ve Yunancasıyla çok çetrefilli kendine has yüzlerce kavram üretmiştir. “Heidegger, Kierkegaard’ın yansıtarak Sokrates’in insanı erdemli kılmak için sunduğu reçetenin de, Epicuros’un insani ölüm korkusundan kurtarmak için sunduğu reçetenin de, çağdaşlarımız için değil, Eski Yunan uygarlığının insanları için geçerli olabileceğini ileri sürer. Eski Yunan toplumundaki insanda, çağdaş insan da ölümden korkar.”

Heidegger genellikle varlığın anlamını açığa çıkarmak amacıyla insan varlığını sistemli bir biçimde her yönüyle, nasılsa öyle kavramayı amaçlayan felsefeyi “Varlık ve Zaman” yapıtında ele almıştır, fakat başta tasarladığının ancak yarısını yaza bilmiştir. Geçirdiği değişimlerle birlikte yarıda kalan diğer yarısını, sonraki yıllarda daha sistematik olmayan bir biçimde ele almaya başlamıştır.

Heidegger “Varlık ve Zaman” hakkında şöyle yazar: “ Varlık ve Zaman bir kitabı değil, görev olarak önerileni belirtir. Bununla anlatılan şey, bilmediğimiz ve gerçek olarak biliyorsak da ancak soruşturma kipinde bildiğimiz bir şeydir”  Jean Beaufret de son yıllarında, ” ‘Varlık ve Zaman’ anlatılacak bir kitap değil, dedi, çünkü onu okuyanlar ne tarafından tutacaklarını pekiyi bilemezler ve ben de kendi adıma bu kitapta tam olarak neden söz edildiğini uzun zaman düşündüm” derken Heidegger’in “benim yapıtımı anlamak için yirmi yıla ihtiyacınız” var sözünü haklı çıkarmıştır.

Varlık ve Zaman’dan sonra Heidegger daha çok yorumlar yayınlamaya başlamıştır. Giderek kendi kendisini yorumlamaları ise gün geçtikçe tepki toplamıştır. Ama ne olursa olsun Heidegger ’in felsefesi varoluşçuluk tünelindeki bireyin çetrefilli ve zor serüvenidir. En azından ilk dönem yazıları ve eserlerinde bu böyledir. Daha sonra varlık ve dünya üzerine görüşler şeklinde - özellikle 2. dünya savaşından sonra adlandırılmaya başlanan Heidegger felsefesi bir dönem de olsa varoluşçu bir felsefedir.

Büyük bir edebi dehaya da sahip olan ve Heidegger’den öğrendiklerini her fırsatta bastırarak söyleyen Sartre, Fransız varoluşçuluğunun oluşmasında ve gelişmesinde belirleyici rol oynamıştır.  Varoluşçu felsefenin içindeki dramı en fazla Sartre’ın felsefesinde görebilmekteyiz, keza Sartre de varoluşçu felsefeyi bir drama benzetmiş ve bu dramdaki temel görevi de insana vermiştir. “ Sartre’nin yazıları başlangıçtan beri yaşantılarının damgasını taşır. 1938’de dokuz yüz otuzlu yıllarının yaşantılarını Bulantı’da göz önüne sermiştir. Bu yapıtın, doğrudan doğruya, Sartre’nin kendi yaşantısını dile getirdiği, kuru düşüncede kalmadığı, hiçbir okurun gözünden kaçmaz.”

“Sartre’ın felsefesi, felsefi düşünüm açısından şu ana dek zikredilmiş tüm eğilimlerin kavşak noktasındadır. O, Fransız düşünümsel felsefesi ile Alman fenomenolojik düşüncesinin çökeltilerinin biriktiği kap gibidir. Ama her şeyi bir kez daha temelinden ele almaya çalışır. ”

Sartre artık özlerin durgun halini seyretme vaktinin gelip geçtiğini. Yeniden bir olaylar zincirinin işleyiş kurallarını bulmaya çalışan, bilimsel yaklaşımın da insanı anlamakta yetersiz kalacağını fark etmiş ve insanın ancak amaçlı yapıp ettikleriyle, eylemleriyle, uygulamayla yani praxis’i ile tanınabileceğini söylerken, Düşünce ve teorinin, eylem tarafından üretildiğini ve eylem ile dönüştürülerek varoluşun gerçekleştirildiğini söylemektedir. Sartre’ın olumsallık, yalnızlık, bunalım gibi kuramları komünistler ve Hıristiyanlar tarafında sert bir şekilde eleştirilmiş ve Sartre’ın, Varlık ve Hiçlik’te henüz derinlemesine bir sınavı geçemediği ileri sürenler Sartre ‘ı savaş sonrası harabeye dönmüş ve umuda gereksinim duyduğu bir zamanda, Fransızların maneviyatını bozmakla suçlamışlardır. Bundan dolayı Sartre, felsefesini daha iyi anlatmak için konferanslar vermeye başlamıştır.  1939’da bastırdığı, Duvar ve Bir Önderin Çocukları adlı öykülerinde varoluşçu erekleri, çağın töresel ve varoluşsal yaralarını kökten bir bilinçle kavramış, Yeraltından Notlar gibi eşine az rastlanır ruhbilimsel gözlemlerle kaynaştırmıştır. Sartre savaşta Nazilere karşı savaşmış ve tutsak düşmüştür daha sonra Paris’e döner ve karşı koyma birliklerinde savaşır.  Bu süreci anlattığı L’etre er le neant adlı kitabında; bağlılık, korku, karar, ölüm üzerine yaptığı açıklamalar hayat doludur. Her ne kadar bütün bu açıklamaları direk olarak Heidegger ‘den aktardığı -ikinci el bilgilerle- söylense de Heidegger ’in aynı konuları aşırı bir soyutlukla ele alması bu iddiaların temelsizliğini göstermektedir. “Sartre ruhbilim konusundaki tutumu, Heidegger ile Jaspers’in tutumlarından göze batar ölçüde bir ayrılık gösterir. Ruhbilim yazıları yazan biri diye anılmaktan çekinmez; umutsuzluk, karar, kendini-kandırma gibi kendini tartışmalarda yaşantıyı temel almak onca hiç de felsefe dışı bir davranış değildir. Sartre ne Freud’u <duyguları hayvanlaştırmakla> suçlandırır (Jaspers), ne de tartışmalarının <ruhbilimle, ruhçözümlemesiyle> hiçbir ilgisi olmadığını söyler (Heidegger). Sartre, Freud’a belli noktalarda saldırır. Saldırısı, biraz da özelliğinden dolayı, pek yumuşak değildir. Yazılarında, sanki herkesçe de bilindiği gibi, iki ruhçözümü okulu varmışçasına konuşur. Freud Okulu, Sartre okulu ( kendisininkini <varoluşçu ruhçözümü> diye adlandırır); bu iki okulu, hangisinin önce hangisinin daha sonra geldiğini gözetmeden, karşılaştırır.”

Yazınlarıyla her zaman felsefenin sınırlarında dolaşan, Montaigne, Pascal, Voltaire, Rousseau, Bergson gibi. Birçok düşünür yetiştiren Fransız geleneğinden gelen Sartre, bu sınırları daha çok belirsizleştirmiştir. Yaşam biçimiyle olduğu gibi çok yönlülüğüyle de Sartre, Nietzsche’ye Alman varoluşçulardan daha yakındır. Bu çok yönlülüğünün yanı sıra Hemingway’ın anlatım biçimini geçen kısa hikayeleri de oldukça zengin bir anlatıma sahiptir. Özellikle Duvar adlı kısa hikayesi bize düşüncesinin bütün derinliğini vermektedir.

 “Hemen herkesçe başyapıtı olarak gösterilen Varlık ve Hiçlik’te Sartre,  bilinç ile bilinç dışındaki bütün öteki varlıklar arasında çok önemli bir ayrıma gitmiştir. Sartre’ın Varlık ve Hiçlik adlı yapıtı aynı zamanda “klasik” diye adlandırılan döneminin en belli başlı düşüncelerinin en olgun biçimleriyle ortaya konduğu yerdir. Sartre burada varlığı iki ana bölgeye ayırarak ele almaktadır”

 “Sartre’ın düşüncesinde en-soi (kendinde) kendi için sınırlı kalan varlıktır, masa gibi nesnelerin varlığıdır.  Pour-soi (kendi için) kendi kendinin bilincinde olan varlıktır: İnsan. Yapısı en-soi’ninkinden ayrıdır; burada kendini –kandırma görünümü de yazar için bir ipucu olur: kendini – kandırmayı olabilir kılan pour-soi ne biçim bir şeydir? Bu soru, kuruluşu bakımından hem Kant’ı hem de Heidegger ’i andırır; bu aşkın kalıbın Sartre’ın düşüncelerini zorlayıp zorlamadığı da sorulabilecek bir noktadır.” “Kendinde varlığı kendinde olduğu gibi bilemeyeceğimizi, yalnızca bize göründüğü biçimiyle bilebileceğimizi ileri sürmektedir. “

 “L’etre er le neant’ın sonlarına doğru Sartre, insanın temel özlemini, açıklığıyla özgürlüğünü nesnelerin su- hava- geçmezliğiyle birleştirerek, en-soi ile pour-soi bileşimi bir varlık durumuna erişme diye tanımlar. Bu ülkü tanrı diye adlandırılabilir der Sartre, <İnsan tanrı olmak isteyen bir varlıktır.>Bölüm şöyle sona erer: <Ama Tanrı düşüncesinde tam tersinedir durum… İnsan boşuna bir tutkudur.>”

 Sartre hep özgürlüğü savunmasına rağmen, özgürlükten tam olarak ne anladığı ve bizlere ne demek istediği hep yanlış anlaşıla gelmiştir. Fakat Sartre Varlık ve Hiçlik’te insan özgürlüğünü olgusal gerçekliğe ya da var olan duruma karşı işlediğini söylemektedir. “’olgusal gerçeklik’ kendime ilişkin değiştiremeyeceğim yaşım, boyum, kökenim gibi bütün olguların toplamına karşılık gelirken. ‘varolma durum’um değiştirilebilir olmasına rağmen değişim için bir başlangıç noktası, bilincin dünyada bulunmaktalığının kökleridir.”

“Budala kişi (Salaud), dünyasını altüst eden yabancıyı benimseyerek saydamlığa ve böylelikle de özgürlüğe açılabilir. Varoluşçuluğun ilk tutumu, her insana varoluşundan tümüyle sorumlu olduğu bilincini kazandırmaktadır. İnsan kendini bu biçimde sorgulayarak tüm dünyanın efendisi ve sahibi olur.”

Sartre’a göre kişi kendisinden sorumlu olduğu gibi, başkasından sorumludur ve en önemlisi kişi kendi çağından sorumludur. Bu sebepledir ki Sartre tamamıyla kendi çağının tanıklığını yapmıştır. Savaş yıllarında ve savaştan sonra hep yaşadığı çağın bir tanığı olan Sartre, Cezayir, Vietnam, Amerika’daki Siyahların ırkçılık sorunu vb. birçok olayda kendi net tavrını koymuştur.”Sartre’ın çağına sımsıkı bağlanması çağıyla söyleşmesi, çağının dileklerini karşılamasıdır. O kadar ki, onun öne sürdüğü değerler merdivenini bizim beklediğimiz merdiven olduğu söylenebilir.”

Sartre’ın politik tavrı kadar hiç şüphesiz, yazın alanındaki çok yönlülüğü, yazmak üzerine yazdığı çok önemli metinleriyle de anılmaya değerdir. “ İnsan bazı şeyleri söylemeyi seçtiği için değil, onları belli bir biçimde söylemeyi seçtiği için yazardır. Ve biçem(Üslup) hiç kuskusuz, düzyazıya değerini veren şeydir, ama göze batmamalıdır. “ diyen Sartre, Edebiyat Nedir adlı eserinde edebiyat ve yazın üzerine ayrıntılı bir değerlendirme yapar. Sartre, hepimizin çok rahat kabul edebileceği gibi: “Çok ve farklılık gösteren yazının her alanına el atmış(roman, öykü, felsefe, tiyatro, sinema, biyografi, otobiyografi, eleştiri, gazete röportajları, şanson vb.) bütün ülkelerde, her kesime – kitlelerden üniversite camiasına kadar - hitap eden ve dolayısıyla bu bağlamda her girişime karşı çıkar gibi görünen”53 çok devasa bir birikime sahiptir. Sartre, eserlerinde genellikle bir şeyleri ispatlamaya kalkmadan bize olanı gösterir.

“Sartre’ın felsefe düzeni biri varlıkbilim(ontologie), öbürü de törebilim(ethique) olmak üzere ikiye bölünür… Ne var ki şimdiye değin önde giden hep varlıkbilim oldu.
İlkin Varlık ve Hiçlik’in yayınlanması da bunu gösterir. Sartre’ın romanları da felsefesi gibidir. Romanlar önce bir gerçeğin anlatımı, sonra da bir davranışın doğrulanışıdır.”54 Dünyayı ve insanlığı kasıp kavuran bu saçma sapan savaşta birçok insan gibi köşeye sıkıştırılmış olan Sartre için yazı dünyada var olmak ve nefes almak anlamına geliyordu.

Hiç şüphesiz varoluşçuluk özel bir politik program gerektirmemiştir ve her varoluşçu düşünür kendi başına göre hareket etmiştir. Aynı çağda yaşayan Sartre, Heidegger ve Jaspers savaş yıllarında çok farklı politik tercihlerde bulunmuşlardır. Sartre, Nazilere karşı savaşırken Heidegger Hitlerin iktidarı ele geçirmesiyle birlikte üniversite Rektörlüğüne getirilmiş ve büyük tepkiler toplamış olan o meşhur açılış konuşmasını yapmış, Yahudi bir eşi olan Jaspers ise susmayı seçmiştir.  Görüldüğü gibi varoluşçular arasında ortak bir politik tutum yokken, Sartre yaşam-düşünce birliğine en fazla sadık kalan varoluşçu düşünür olmuştur. Bu konuda Kaufmann,”Varoluşçuluk bir politika felsefe ortaya atmamıştır, üstelik sözüm ona varoluşçular birbirilerinden çok ayrı politik kararlar vermişlerdir. Dostoyevski’yi, Kierkegaard’ı, Nietzsche’yi de işe karıştırırsak aradaki ayrılıklar, Thomistlerde görüldüğü ölçüde büyük olmamakla birlikte, daha da çoğalır. Kimisi yiğitçe özveriden kaçınmamış, kimisi kaçınmıştır. Böyle bir ölçüyle hiçbirini yadsımak doğru olmaz. Ayrıca, Sartre’ın çağımızın en büyük düşünürlerinden biri olduğu da tartışma götürmez bir gerçektir.”

Yorumlar