Bilişsel Evrimsel Bilgi Kuramı

 



BİLGİ KURAMI

E. Mayr'ın Biyoloji Budur kitabından "Bilişsel Evrimsel Bilgi Kuramı" başlığı altındaki metni yorumsuz olarak aktarıyorum:

Bilgi kuramı ne bildiğimiz ve bunu nasıl bildiğimiz sorunuyla ilgilenir. 1970’lerden itibaren bu alanda yeni yaklaşımlar geliştirmeye çalışan bir kuramdan “Bilişsel Evrimsel Bilgi Kuramı” söz edilmeye başlanmıştır. Kimileri kuramı göklere taşırken; “yeni Kopernikçi devrim”, kimileri kuramın ortaya koyduğu kanıtların yetersiz olduğunu savundu.


Bilişsel evrimsel bilgi kuramı birbirinden tümüyle farklı iki iki süreç için kullanılmaktadır. Bunlardan birisi Darwinci seçilim süreçleriyle evrilen beyindeki belirli “yapıların” insanların dış dünya gerçekliği ile alışverişte bulunmasına olanak verdiği ve insanların, beyinlerinde bu yapıya sahip olmasalardı dış dünya ile etkileşemeyeceklerini savunur. Bu yeteneği eksik olan bireyler, er yada geç nesillerini devam ettiremeden elenirler.

(Protozoa) üzerinde çalışan bilim insanları, tek hücreli bir yaratık için dünyanın nasıl bir şey olduğunu bizlere göstermişlerdir. Von Uexküll bir köpeğin dünyasının bizimkinden ne kadar farklı olduğunu grafiklerle açıklamıştır. İnsanın geniş bir elektromanyetik dalga spektrumundan sadece kırmızı ile mor arasındaki renklerle temsil edilen dalgaboyu aralığındaki ışınları görebildiğini artık biliyoruz. Sıcaklıkta açığa çıkan kızılötesi ve morötesi ışınları biliyoruz. Bazı çiçeklerin, arılar ve başka bazı böcekler tarafından algılanan, ancak bizim gözümüzün algılayamadığı morötesi renklere sahip olduğunu biliyoruz. Bazı hayvanlar manyetik veriyi algılayıp ona göre hareket etmekte ya da insan kulağının duyabildiği ses eriminin altındaki veya üstündeki sesleri duymaktadır. Diğer memeliler ve kuşkusuz böceklerce algılanan fakat bizim algılayamadığımız çok geniş bir koku dünyası olduğunu biliyoruz. Bir insan tarafından algılanabilen, bütün olarak dünyanın söz konusu belirli yönlerinin seçimini belirleyen nedir? Akla en yatkın görünen kuram, tüm organizmaların atalarının kendi çevrelerine ait, hayatta kalmak için söz konusu en önemli yönleri duyumsama kapasitesine sahip oldukları için hayatta kalıp üreyebildikleri ve bunun aynı şekilde insan türü için de geçerli olduğudur. Bu düşünce bize, aralarında sadece birinin bizim için erişilebilir olduğu çok sayıda dünyanın var olduğunu göstermektedir. Dünyanın insanlar ve insanların algıları için önemli olan kısmından bazen orta dünya (mezokozmos), yani arada bulunan boyutların dünyası olarak söz edilir. Orta dünya, moleküllerden Samanyolu Galaksisi'ne kadar uzanır. Bunun altında temel partiküller yer alırken, ötesinde Samanyolu'nun uzay-zamanının galaksiler arası dünyası bulunur. Fizikçiler bize katı bir masanın "gerçekte" tümüyle katı olmayıp, birbirinden çok uzakta bulunan atom çekirdeği ile elektronlardan oluştuğunu hatırlatır. Tanıdığım biyologlann çoğu bu açıklama ve genler ile kuarklardan kuasar, kara delikler ve karanlık maddeye, atom altı partiküller dünyası ile ultragalaktik kozmos dünyası arasındaki özel ilişkilere uzanan diğer konularla ilgili açıklamaların gerçekliğini kabul eder. Bu olgular insanların duyu organlarınca algılanamaz. Bu görüşü savunanlar, yani bazen anıldıklan biçimiyle bilimsel gerçekçiler, bir kuramın başarısının varsayılan kuramsal bir mevcudiyetin varlığına inanmak için geçerli bir neden oluşturduğuna ve böyle bir mevcudiyetin gözlenebilenler kadar gerçek olduğuna inanırlar. Tanıdığım tüm bilim insanları bilimsel gerçekçilik denilen bu yaldaşımı paylaşmaktadır. Ancak, doğrusunu söylemek gerekirse fizikçilerin çoğu da dahil olmak üzere birçok insan günlük yaşamda bir masayı bu şekilde anlamaz. Bundan başka, en küçük ya da en büyük dünyaları anlayışımızla ilgili hiçbir ilerleme orta dünyayı, yani insanların algıladığı haliyle "gerçek dünya"yı kavrayışımıza herhangi bir şekilde katkı sağlamaz. Fizikçi ve mühendislerin geliştirdiği aygıtlar, büyüleyici atom altı dünya ile birlikte galaksiler ötesi dünyaya pencere açmış olsa da, bu diğer dünyaların hiçbiri bizim normal duyu dünyamızın parçası değildir ve hiçbir sağduyu gerçekçiliğimize katkıda bulunmaz. Bunları anlamak, hayatta kalışımız için zorunlu da değildir.

O halde nasıl oluyor da, doğrudan doğruya algılayamadığımız zaman ve uzay gibi temel evrensel özellikler hakkında fikir sahibi olabiliyoruz? Bu noktada, Kant'ın felsefesi bir kısım bilgi kuramcılarının düşüncelerini büyük ölçüde etkilemiştir. Eğer doğru anlıyorsam Kant, insan beyninin fazlasıyla yapılandırılmış olduğuna, öyle ki evrenin bu özellikleriyle ilgili bilgiyle dünyaya gelindiğine inanıyordu. Unutulmamalıdır ki Kant, fikirlerinin çoğunda özcüdür ve değişken olgular dünyasının, kendinde şey (Ding an sich) dediği her bir değişken olgu sınıfı için düşüncemizdeki bir biçimle (eidos) temsil edildiğini düşünüyordu. Bu a priori, herhangi bir deneyimden önce olan, dolayısıyla doğumdan önce gelen bir şeydi.

Konrad Lorenz, Königsberg'de Kant'ın koltuğuna oturduğunda, Kant'ın, "insanın algı ve düşüncesi bireysel deneyimden önce var olan işlevsel yapılara sahiptir" fikrine dayanan bir evrimsel bilgi kuramı geliştirdi. Lorenz, tıpkı yeni doğmuş bir balina yavrusunun yüzmek için yüzgeçlere sahip olduğu gibi, yeni doğmuş bir bebeğin de dünyaya uyum sağlayabilmesi için beyninde çeşitli bilişsel yapılara sahip olması gerektiğini söylüyordu. İnsani atalarımız bir uyum bölgesinden diğerine geçerken uygun zihinsel yapılar, yapısal uyumların seçiliminin geçtiği sürecin tam olarak aynısıyla seçilmiştir. Lorenz, algı ve düşüncemize ait doğuştan gelen bu yapıların, morfolojik ya da tüm diğer uyum çeşitlerinin eşdeğeri olduğunu belirtir. Bana öyle geliyor ki Lorenz'in önerisi, gözlerin görmek için kullanılabilmesinden çok daha önce embriyoda oluşmaya başladığı gerçeğiyle temelde ayrıdır. En basit protistler bile karşılaştıkları tehlikeleri ve fırsatları algılayan ve bunlara tepki veren bir yapıya ve yaşam alanlarına uyum sağlayacak teçhizata sahiptirler. Bir milyar yılı aşkın bir zamandan beri süregelen doğal seçilim insan türünün genetik programım basit tek hücrelilerden insana kadar ince ince işlemiştir. Böylece, genetik programların doğasına ilişkin yeni biyolojik anlayış, felsefeciler için yüzyıllarca büyük bir gizem oluşturan şeye açıklık getirdi. Ben, insanların primatlardan evrimleşmesi sırasında beynin, bir şempanzenin beyin kapasitesinin çok daha ötesinde problem çözme yeteneğine sahip olacak biçimde, hızla evrimleştiği fikrinin kabul edilmesi gerektiğine inanıyorum. Buna rağmen, "Modern insan beyninin yapısı nasıl özelleşmiştir?" sorusu hâlâ cevapsız durmaktadır.

Kapalı ve açık programlar İnsan beyninin mevcut fiziksel kapasitesine günümüzden yaklaşık yüz bin yıl önce, atalarımızın kültürel olarak çok ilkel oldukları bir zamanda ulaştığı ile ilgili çok sayıda kanıt bulunuyor. Yüz bin yıl önceki beyin, bugün bilgisayarları tasarlayabilen beyinle aynıdır. Bugün insanlarda gördüğümüz son derece özelleşmiş zihinsel etkinlikler, belli bir amaç ya da gereksinim için tasarlanarak seçilen bir beyin yapısını gerektirmiyor görünmektedir. İnsan zekasının bütün başarıları, Darwinci bir süreçle özel olarak bu görevler için seçilmiş olmayan beyinlerin ürünüdür. Şüphesiz, insanın farklı yetenekleri beynin farklı kısımları tarafından denetlenmektedir. Ancak, insan beyninin işleyişi konusunda mevcut bilgisizliğimizden ötürü, insanın dünyayı bilme ve tanımasını olanaklı kılan beyin yapılan hakkında ayrıntılı öngörüler bizi yanlış sonuçlara götürebilir. Ancak şu anki bilgilerimiz ışığında, beyinde üç tür bölgenin tanımlanması mümkün görünmektedir. İlk olarak, beynin, en baştan beri katı bir biçimde programlanmış bölgeler içerdiği görülmektedir. Omurgasızlardaki içgüdüler ile omurgasızlarda da omurgalılarda da bulunan refleks ve kendiliğinden hareket örüntüleri bu "kapalı programlara örneklerdir Ancak, insan türünün daha karmaşık davranışlarının bu kategoriye dahil olup olmadığı (ve dahilse bunların hangi davranışlar olduğu) bilinmiyor. Bebeklerin davranış ve mizaçları üzerine yapılan araştırmalar, düşündüğümüzden daha katı bir biçimde programlanmış davranışların bulunabileceğini göstermektedir.' 

Beyin, aynı zamanda "açık programlara" uygun bölgeler içerir görünmektedir. Bu bilgi, içgüdüsel davranışlar gibi katı bir biçimde programlanmış değildir; fakat beyindeki belirli bölgeler, genç organizmanın çevresinde böyle bir bilgi varsa, bunu kabul etmeye hazır halde bir kenarda beklemektedir. Dil öğrenme veya etik kurallar edinme yeteneği gibi bilişsel araçlarımızın pek çok bileşeni anlaşılan o ki ilk yaşlarda kazanılır ve bir kez edinildiğinde kolayca unutulmaz ya da değiştirilemez. Bu öğrenme kategorilerinin, davranış bilimcilerin basitçe "doğal tanıma" dedikleri şeyle ortak pek çok nokta içerdiği görülüyor. Yavru ördek, duyarlı olduğu ilk dönemde annesinin geştaltının etkisi altında “doğal tanıma” sürecinden geçer. “Takip-edilecek-hedef” bilgisi, ördek yavrusunun beyninde bunu kabul etmeye hazır olduğu anlaşılan bir bölgeye yerleşir. Benzer şekilde, büyüme çağındaki bir insanın her yeni deneyimi beyindeki uygun bölgeye kaydedilmekte ve daha önce beyin tarafından kaydedilmiş deneyimler bütününü güçlendirmektedir. Kant'ın yanı sıra Lorenz ve diğer evrimsel bilgi kuramlarının betimlediği biçimiyle, doğarken yanımızda getirdiğimiz dünya bilgisinin bileşenleri belki de en iyi şekilde açık programlar olarak anlaşılabilir.

Son olarak, beynin, yaşam boyu edinilen her çeşit bilgiyi depolamasına (bellek) olanak veren genel bölgeler içerdiği görülmektedir. Halen bu genel bilginin farklı kategorileri için beyindeki olası alt bölümlerle ilgili neredeyse hiçbir şey bilmiyoruz. Kısa-dönemli ve uzun-dönemli hafıza bu alt bölümlerin örnekleri olabilir.

Bilişsel evrimsel bilgi kuramı özellikle bu listedeki ikinci sınıfla, yani yeni doğan bebeğe önemli ve kesin bilişsel bilginin depolandığı elverişli açık programlar sağlamak üzere, seçilim yoluyla evrilen beyin bölgeleri ile ilgilenmektedir. Söz konusu beyin bölgelerinin metafiziksel veya özcü bir tarafı yoktur; bunlar, açık bir şekilde Darwinci evrimin ürünüdürler. Bu konuda hâlâ geniş ölçüde bilinmezliğini koruyan nokta, bu beyin bölgelerinin belirlilik derecesidir. Belirliliğin çoğunun doğumdan sonra kazanılıyor olması olası görünmektedir. Genç bir bireyde hasara uğramış beyin bölgelerine ait birçok işlevin diğer bölgeler tarafından nispeten kolayca üstlenilmesi buna işaret etmektedir.

Tüm bunlar, bilişsel evrimsel bilgi kuramı üzerine yapılacak bir değerlendirmeye ne şekilde katkıda bulunur? Benim vardığım sonuca göre, dünyamızın algılanması ve anlaşılması için son derece özel beyin yapıları gerekli değildir. Genelde, merkezi sinir sisteminin evrimsel gelişiminin zorunlu olarak son derece özelleşmiş sinirsel yapılara değil, sürekli gelişen genel bir beyin yapısına yöneldiği görülüyor. Bunun sonucunda beyin, sadece ilkel insanların karşılaştığı gerçek zorlukların üstesinden gelmekle kalmaz, aynı zamanda örneğin bu gelişmeler seçilime uğradığında gereksinim duyulmayan, satranç oynama gibi yetenekler için gerekli özelliklere de sahip olur. Bir bütün olarak bakıldığında, bana öyle geliyor ki bilişsel evrimsel bilgi kuramı devrimsel bir gelişme değil, Darwinci evrim düşüncesinin nöroloji ve bilgi kuramına uygulanmasının doğal bir sonucudur.



KAYNAK

E. Mayr. Biyoloji Budur. SaY Yayınları 2. Baskı




Yorumlar