TÜRK ROMANINDA ÜSTKURMACA-I

 


*

METAFICTION IN TURKISH NOVEL

**

TÜRK ROMANINDA ÜSTKURMACA

***

Üstkurmaca, 1980 sonrası Türk romanının en çok başvurulan tekniklerinden biridir. 

Üstkurmacanın kavramsallaşması yeni olsa da uygulamaları oldukça eskidir. Don Kişot, Tristram Shandy, Müşahedat gibi erken örnekler, bugünkü üstkurmaca anlayışından farklı duyarlılıklarla yazılmış olsalar da, birer kaynak eser konumundadır. Modernist romanlarda üstkurmaca, yabancılaştırma efekti yaratmak için kullanılır. Bu yolla okur, metnin estetik kimliği üzerinde düşünmeye sevk edilir. 


Postmodern romanlarda ise üstkurmaca yoluyla dış dünyanın gerçekliğinin tartışmaya açıldığı görülür. Ayrıca tüm üstkurmacalarda türün arkeolojisini yapmaya yönelik eleştirel bir dil ve içerik mevcuttur.


Üstkurmaca üzerine Batı literatüründe yapılmış çok sayıda çalışma bulunmaktadır. Türk edebiyatındaki çalışmalar ise yok denecek kadar azdır. Batı’da üstkurmaca kavramının neden bu kadar rağbet gördüğünü anlaşılması gereken bir husustur. Muhtemelen üstkurmaca bir tür çerçeve anlatım olarak görülür ve derinlikli bir analiz yapılamaz. Oysa üstkurmacanın basit bir yapı unsuru değil, çağın değişen gerçeklik algısını kurmaca metne taşıyan en ideal yöntemlerinden birisidir.


Üstkurmaca, 20. yüzyılın tüm kurum ve disiplinlerinde gözlemlenen “kendi varlığı üzerine düşünme” eyleminin edebiyatta bulduğu karşılıktır.


Denilebilir ki üstkurmaca iki ana uca sahiptir. Bu uçlaradan birisi kurmaca metnin nasıl yazıldığına ışık tutan anlatı, diğeri ise “gerçeklik” algısının eleştirisidir.


Murat Gülsoy’un “Hayatım Yalan” öyküsünden bir alıntı şöyledir:

Nasıl bu kadar emin olabiliyorsunuz? Her şeyi doğru ve eksiksiz biçimde hatırlayabiliyor musunuz? Çevrenizdeki her şeyin gerçek olduğundan emin misiniz? Bakın: İşte örnek arıyorsanız, karşınızda duruyor. Ben… Size bunları anlatıyorum. Benim gerçek olmadığımı düşünüyorsunuz. Siz ise gerçeklerin dünyasındasınız öyle mi? Peki, sizin o gerçekler dünyasına nasıl oluyor da benim gibi gerçek dışı, kurmaca biriyle karşılaşabiliyorsunuz? Sizin gerçekler dünyasına, kim bilir benim gibi ne hayal ürünü şeyler karışmıştır! Yok, ama siz her şeyin en doğrusunu bildiğinizi düşünüyorsunuz. Hayır, yanılıyorsunuz ve beni de yanıltmayacaksınız: Adım Fırat. Fırat Saner. Basın Sitesi’nde oturuyorum. Bir yayınevinde çalışıyorum. Bekârım. Otuz üç yaşındayım. Bir süre önce insanlar, gerçek olmadığımı söylemeye başladılar. Yüzüme karşı. Hayatın hikâye diyorlar. Onlara inanmıyorum.


Don Kişot

Romanın erken örneklerinden itibaren kendinden önceki türlerle kurmuş olduğu sempati veya antipatiye dayalı parodik ilişkiler de, üstkurmaca mantığının romanın erken dönemlerinden itibaren mevcut olduğunu gösterir. Cervantes Don Kişot’ta (1605-1615), şövalye romanslarının Laurance Sterne Trsitram Shandy’de (1759-1767) biyografi türünün parodisini yaparken metinlerini üstkurmacasal bir öz-bilince de ulaştırırlar. Bu bağlamda Jale Parla, Don Kişot’un ilk roman olarak modernitenin, bir “metaroman” olarak da postmodernitenin habercisi olduğu değerlendirmesinde bulunur. Erken dönem romanlarında yazar ve metnin piyasa ile okur arasındaki konumu da metne kendi kurmaca kimliği hakkında bilgiler veren bir üst katman eklenmesinde etkili olmuştur.


Gutenberg devrimiyle kitap okuma, seçkin azınlığın uğraşı olmaktan çıkıp geniş kitlelere yayılmıştır. Bu yayılımda roman, yayıncılık piyasanın ihtiyaçlarına en iyi cevap veren tür olarak öne çıkmıştır. Eskiden edebi esere “sponsor” (hâmi) olan soylu efendilerin yerini alacak olan geniş okur kitlesini yetiştirme vazifesi romanın omuzlarına yüklenmiştir.


Buna romancıya yüklenen ahlaki ve eğitsel misyon da eklenince, bir kural ihlali hissiyatı yaratacak olan yazar-anlatıcı müdahaleleri romanın erken dönemlerinde yoğun biçimde yer almıştır. Henüz keskin kuralların olmadığı erken dönemlerde Ahmet Mithat Efendi gibi, kendi edebiyatlarına roman türünü yerleştiren, roman/kitap okurunu yetiştiren öncü yazarların romanlarında anlatılan hikâyeye paralel ilerleyen bir anlatıcı/yazarokur/muhatap diyalogu/hikâyesi oluşur. Öncü yazarların okuru eğitmek ve yönlendirmek için kullandıkları bu üst anlatı katmanı, maksat olarak olmasa da yapı olarak günümüz üstkurmacalarına kaynaklık etmiştir.


Üstkurmaca, 1980 sonrası Türk romanının en rağbet gören anlatım yöntemi olmasına rağmen bu konuda yapılan akademik çalışmaların azlığı dikkat çekicidir. Bu alanda hazırlanan tezler bir elin parmaklarını geçmemektedir.


Kurmaca Eserde Gerçek ve Gerçekçilik

Kurmaca ile ilgili yapılacak olan her çalışma, bir yönüyle “gerçeklik” ve “gerçekçilik” kavramlarına da temas etmek durumundadır. Bu değerlendirmeler, roman türü üzerinden yapılıyorsa kurmaca-gerçeklik ilişkisi daha büyük bir anlamı ihtiva eder. Üstkurmacaların kurmaca ve gerçek arasındaki çizgiyi ortadan kaldırma/görünür kılma çabası, gerçek ve gerçekçilik kavramlarını önemli kılmaktadır.


Gerçek kelimesi, ideal ve potansiyel olanın aksine somut, aktüel ve zihinden bağımsız olarak var olan şeyleri niteler. Gerçeklik de, bu özelliklere sahip olan, yani dış dünyada nesnel bir varoluşa sahip olan varlıkların tümü anlamına gelir. Kurmaca kavramı bağlamında “gerçek” kelimesinin iki anlamı öne çıkar: Gerçek, bilgisel meseleler söz konusu olduğunda “doğru”yu, olgusal meselelerde ise hakikate yakın bir anlamı karşılar. Bunlardan ilkinde gerçeği yalan olmayan şeklinde değerlendirirken ikincisinde “insan hayatının ırk, örf, çevre, din, eğitim seviyesi, toplum hayatı, ruh hâli, ekonomik durum veya genel anlamda evrensel yaklaşımlar ve hayatın gerçeklerine uygunluk yönünden yansıtılıp yansıtılmadığı”na bakılır.


Kavramsal olarak bu basit tanımları yapabilsek de gerçeğin ne olduğu, bilim ve felsefenin en temel sorgulama alanlarındandır. Bu sorgulama, hayatî bir öneme sahiptir ve buna verilen cevap çok geniş bir alanı kuşatır. Zira bu soruya verilecek muhtemel cevaplar, kim olduğumuzu, nerede olduğumuzu ve gelecekteki konumumuzun ne olacağını da ihtiva eder. Bu yüzden gerçekliğin ne olduğu, felsefî açıdan asırlar boyu sorgulanmış ve hâlen sorgulanmaktadır.


Bu soruların cevabından ziyade gerçeğin kurmaca ile kurmacanın da gerçekle olan münasebetine ve ayrımına odaklanılır ise. Bu konuda “[b]ir edebiyatçı için” diyor Murat Gülsoy, “gerçeklik edebiyatın dışındaki her şeydir. İçinde yaşadığımız, zamana bağlı olarak devinen fiziksel dünyadır. Kurmaca ise tüm bu fiziksel dünyanın dışındaki sanatsal etkinliktir.” Dolayısıyla sanat eseri, kurmacadır; yani gerçek değildir. Fakat paradoksal bir şekilde kurmaca yapılardan bir gerçeklik duygusu yaratması beklenir yahut da kurmaca eserin başarısı ekseriyetle yarattığı gerçeklik duygusu/yanılsaması ile ölçülür. Aşındırılmaya başlanmış olsa da bu paradoksal durum halen varlığını sürdürmektedir.


Edebiyata hakim olan gerçekçilik anlayışı, ilk ciddi kırılmayı modernist anlayışla yaşamıştır. Toplumsal gerçeklikten ziyade bireyin iç dünyasına yönelen modernistler, özellikle bilinç akışı tekniğini kullanarak bireyin iç gerçekliğini ortaya koymaya çalışmışlardır. Postmodern sanatçılar ise deyim yerindeyse gerçek ve gerçekçiliği hedef tahtasına yerleştirmişlerdir. Postmodernizm bu tersyüz etme işleminde en yoğun şekilde üstkurmaca tekniğini kullansa da, gerçekçi ve modernist eserler de –daha çok romanın yazılış serüvenin hikâye edilmesi şeklinde- üstkurmaca tekniğinden faydalanmıştır.


Objektif, Gayrişahsî ve Tarafsız Bir Roman Mümkün Mü?


Aslı Erdoğan’ın üstkurmaca romanı Kırmızı Pelerinli Kent’te iç içe anlatıların en alt katmanında yer alan Ö. karakteri, bu imkânsızlığı şöyle dile getirir:


Gerçeği, yalnızca gerçeği anlatacağıma ant içerim. Tanık sandalyesine oturanların açılış cümlesi bu, en azından Hollywood mahkemesinde… Oysa söze böyle giren bir yazar, daha baştan iki seksen yere serileceğini kabullenmelidir. Yalnızca olguları, kendi adlarına konuşmaya fazlasıyla hevesli olguları yazmaya kalkışsa bile, önündeki matrisi doldurmaya başlar başlamaz seçimler yapmak zorundadır. Neyi, kimi, hangisini? Aynı olguların farklı dizilişlerle bambaşka gerçeklikler doğurduğunu görecektir, 26’lık bir destenin sunduğu sayısız poker eli gibi. Seçimlerinde nesnel olacağını de öne süremez. İster istemez ayrımcılık, adam kayırma, bir iki kaçamak, bir-iki dalavere işin içine karışacak; itirafa yanaşmadığı ne kadar korkusu, beklentisi, değersizlik duygusu varsa, bir anda gün ışığına çıkıp  pek böbürlendiği gözlem gücünü orasından burasından tırtıklayacaktır. Hiçbir ego kendi gerçeğiyle baş edecek denli küçük değildir çünkü.



Pınar Kür’ün “aşk romanı” kavramını irdeleyen ve gerçekçi romanın parodisini yapan Bitmeyen Aşk adlı üstkurmaca romanında Tanrısal bakışa sahip anlatıcılar tercih eden yazarların tarafsızlığının bir illüzyondan ibaret olduğuna dikkat çekilerek işlenir: 


Tanrısal yaklaşımı olan yazarlar da bir bakıma “kişiliksiz”dirler ama romanda kimden ya da kimlerden yana oldukları az çok bellidir ve bu, dikkatli okurların gözünden kaçmaz. Dolayısıyla, kimlerden yanaysalar o kişilerle özdeşleştirilirler; ya da, ikide bir “yazar” olarak sözü ele almadıklarından kimliklerini merak eden çıkmaz. 


Kurmaca Gerçeklik

Tarihsel ve somut anlamda bir gerçekliğe sahip olmayan kurmacanın kendisine özgü bir gerçekliği vardır. Bu, kurmaca dünyanın gerçekliğidir. Bu gerçeklik, roman dışı dünyanın gerçekliğinden daha kesin ve tartışmasız yargılar içerir. Fakat bu yargıların bizim gündelik yaşamımız üzerinde bir yaptırımı söz konusu değildir. Tarih, her zaman yeni belgelerle güncellenmeye açıkken kurmaca için böyle bir durum mevzubahis değildir. Dolayısıyla biz tarihe –ve de diğer kullanımlık metinlere- her zaman şüphe ile yaklaşabiliriz. 


Kurmaca metinler ise, kendi gerçekliklerini daima bünyelerinde barındıran kapalı sistemler olduklarından (Kendi içerisinde gerçek) yazılmalarının üzerinden asırlar geçtiğinde dahi etkilerini koruyabilirler.


Bu hususta Nabokov’un şu tespitleri oldukça yerindedir:

Çocuğa bir öykü okursunuz, çocuk size “gerçekten olmuş mu” diye sorar. 

Gerçek değilse, çocuk ısrarla gerçek bir öykü ister sizden. Elbette, biri kalkar da size, Mr. Smith biraz önce hızla geçip giden küçük, yeşil pilotlu mavi bir uçan daire görmüş derse; o zaman gerçek mi diye sorarsınız. Çünkü bunun gerçek olması, şu ya da bu biçimde yaşamımızı etkileyecek, pratik yaşamla ilgili sayısız sonuçlar doğuracaktır. Ama bir roman ya da şiir için “gerçekten olmuş mu?” diye sormayın ne olur. Kendimizi aldatmayalım; unutmayın ki edebiyatın hiçbir pratik değeri yoktur. (…) Emma Bovary denen kız hiç yaşamadı: Madame Bovary kitabı ise sonsuza dek yaşayacak. Kitaplar kızlardan çok daha uzun ömürlüdür.


Kurmaca eserin gerçek dünya düzleminin ötesinde konuşlandığı ve “fiktif, itibarî” bir yapıda olduğu, Türk romanının ilk büyük ustası olarak kabul edebileceğimiz Ahmet Mithat tarafından da idrak edilmiştir. Yazar devrin kavramsal kısırlığı içinde “hayalî” kelimesini salt “hakikî”nin zıt kutbu olarak değil, bugün “kurmaca, fiktif, itibarî” kelimeleri ile karşıladığımız bir kavram alanını kuşatacak şekilde kullanarak şu cümleleri kurmuştur: 

İsmi roman mıdır? Mutlaka hayalî olacak! Artık bunu tekrar “hayalî” diye 

tavsif lazım gelir mi? İsmi “şeker” midir? Mutlaka tatlı olacak! 


Peki, bu durumda insanlar neden kurmaca eserleri okumaya ihtiyaç duyar? 

Kurmaca eserlerin “cezai ehliyet”i olamaması onu harici dünyada yok hükmünde sayacağımız anlamına mı gelir? Elbette ki hayır. Bizler esasında kurmacayı tam da “hesap verme” zorunluluğu olmadığı için okuruz. Çünkü bir metin ancak böyle özgürleşebilir.



KAYNAK


Tuncay BOLAT., TÜRK ROMANINDA ÜSTKURMACA (1980-2000). Çanakkale, 2019. Doktora Tez



Yorumlar