TÜRK ROMANINDA ÜSTKURMACA -III


*

METAFICTION IN TURKISH NOVEL

**

TÜRK ROMANINDA ÜSTKURMACA

***

Baudrillard, içinde yaşadığımız tarihsel süreci bir simülasyon çağı olarak görür ve “bir köken ya da bir gerçeklikten yoksun” modellerin gerçeğin yerini aldığını düşünür. Postmodernizmin referans isimlerinden olan düşünür, artık eylemlerin çizgisel bir süreklilik ve diyalektik kutuplaşma içinde cereyan etmediğini, tıpkı “Mobiüs Şeridi” gibi sarmal bir yapıda olduğunu iddia eder. 

“[Bu] sistemde herhangi bir olay ya da eylemin nasıl ortaya çıktığını ve nasıl sonlandığını izleyecek olursanız” diyen Baudrillard’a göre “simülasyonun saptırdığı bir ortamda her türlü kesin düşünceye bir son verildiğini, her eylemin herkesin işine yaradıktan sonra akla gelebilecek tüm anlamlara bürünerek ortadan kaybolduğunu görürsünüz.”


Artık eski akılcı görünümünü yitirmiş, minyatürleşmiş olan gerçeklik, hücreler, matrisler, bellekler veya komut modelleriyle atmosferden uzak şekilde, bir hiperuzamda sonsuz sayıda türetilebilen bir hipergerçeğe dönüşmüştür. Hipergerçek çağında, ontolojik bir kuşku içindeki yazar, metnin kendi doğasına yönelmek durumunda kalmıştır. Artık yazarın yaptığı, daha önce başka yazarlar tarafından yazılmış metinlerin dünyasına sığınarak “ikinci elden” bir kurmaca dünya yaratmaktır. Dolayısıyla artık roman kahramanın değil metnin/metinlerin kendi öyküsünü anlatmaktadır. Farklı şekillerde eskiden de kullanılmış olan üstkurmaca tekniği, artık temel kurgu öğesi hâlini almıştır.


Gerçekçi edebiyat, “gerçek”e rağmen, kusursuz bir illüzyon kurgulamaya çalışmıştır ve bu illüzyon kendi çağının diğer bileşenleri ile uyum içinde olduğu için kuvvetli bir alıcı kitlesine ulaşabilmiştir. Fakat artık dil, illüzyonu kuran vasıta değildir; bugünün edebiyatında dil, bizatihi özne konumundadır. 


Bugünün hâkim estetik anlayışı olan postmodernizmle kaleme alınmış bir romanda gerçek dünyaya bir atıf varsa, burada yalnızca parodiden söz edilebileceği yönünde bir görüş mevcuttur. Bu görüşe göre postmodern yazar, dil ve gerçek arasındaki ilişkinin ziyadesiyle sorunlu olduğunun bilincindedir.

Kurmaca Nedir?


Kurmaca kelimesi, son zamanlarda dilimizde “fiktif” ve “itibarî” kelimelerinin yerine kullanılmaya başlamıştır. Bu kelimeler, zaman zaman hâlâ birbirinin yerine kullanılsa da, “kurmaca” kelimesinin günümüz Türkçesinde daha yaygın bir kullanıma sahip olduğu görülmektedir.


Bir edebiyat terimi olarak kurmaca, tasavvur edilerek yaratılmış, gerçeklik iddiası bulunmayan, ispatlama zorunluluğu olmayan yapılara işaret eder. Genellikle hikâye, roman, tiyatro, masal, mesnevi ve destan gibi “yapıntı”lığı ön planda olan türlerin üst başlığı gibi düşünülebilecek olan kurmaca, gerçek hayata bağlı kalma iddiasında olduğunda bile dış gerçekliği “düşsel bir gerçekliğe” dönüştürerek aktarır.


Üstkurmaca Nedir?


Üstkurmaca, uygulama olarak çok eskiye dayansa da, kavramsallaşması yenidir. Üstkurmaca (metafiction) kavramı, ilk kez Amerikalı eleştirmen H. Gass’ın 1970 yılında yayımlanan bir yazısında kullanılmıştır.


Üstkurmaca, belli sınırlar içinde tanımlanabilecek bir anlatım tekniği olmaktan ziyade farklı tekniklerle metne kazandırılan bir üst kimliktir. Bir kurmaca metnin “üstkurmaca” olarak adlandırılmasındaki temel gerekçe, söz konusu metnin kurmaca ile gerçeklik arasındaki yapay ayrımı ortadan kaldırması ve bu sınırın yapaylığını sürekli olarak okura hatırlatmasıdır.


Postmodern ile üstkurmacayı birbirinin muadili olarak kullanma eğilimi ile alakalı olarak Gürsel Uyanık, “Postmodernizm, üstkurmaca ile aynı anlamı taşıyorsa bu iki kavramı da kullanmaya gerek var mı?” diye soran Mirjam Sprenger’e atıfla postmodernizmin edebiyatın sınırlarını aşan, çok daha geniş bir kültürel ve estetik alanı kapsadığını dile getirir.


Jale Parla, üstkurmacanın modernist yahut postmodernist bir bakış açısıyla ortaya çıkabileceğine vurgu yaparak, kavramın genel özelliklerini şöyle sıralar:


Üstkurmaca deyince, çok uzatmadan, kurguyla gerçek arasındaki bağı modernist ya da post-modernist bağlamda sorunsallaştıran, yazarın otoritesini sorgulatmak için anlatıcıyı kılıktan kılığa sokan, gerçekçi anlatım yerine Baudrillard’ın “hipergerçeklik” diye tanımladığı sürrealist, fantastik, ya da büyülü gerçeklik tekniklerini benimseyen, nedensellikle oynayarak 

düşle uyanıklık arasındaki sınırları bulandıran, gene nedenselliğin bozulması uğruna grotesk ve düşsel dönüşümlere yer açan, zaman-mekân olasılıklarını hiçleyen, referans çevrelerinin nesnel dünya değil yazı olduğunu savunan, anlamın sınırlarının her şeyin mümkün olduğu bir evren yaratan, oyunbaz anlatıları kastediyoruz.


TÜRK ROMANINDAN ÜSTKURMACA GÖRÜNÜMLERİ


Batı edebiyatında, postmodernizm kavramından yüzyıllar önce yazılan Don Kişot (1605) veya Tristram Shandy (1760) gibi eserlerde üstkurmaca olarak değerlendirilebilecek yönler ve postmodern romanların bile çoğunca yaklaşamadığı bir oyunsuluk bulunduğu gibi, modern Türk edebiyatı içinde de postmodernizm öncesinde üstkurmaca bağlamında değerlendirilebilecek metinler mevcuttur.

Ahmet Mithat

Ahmet Mithat Efendi, Türk romanında Halit Ziya İle başlayan ve giderek bir norm hâlini alan estetik bütünlük fikrinden uzaktır. Bu yönü onun kendinden sonraki kuşakların estetik bütünlüğe önem veren realist/natüralist romancıları tarafından küçük görülmesine sebep olur. Fakat aynı durum, Mithat Efendi’nin postmodern eleştirmenler tarafından ciddiye alınmasında önemli bir faktördür. Jale Parla’ya göre Ahmet Mithat, her ne kadar roman sanatını ciddi bir şekilde uygulamamış bir yazar gibi değerlendirilmişse de aslında “tam da yapıtlarının bu dil ve söylem çeşitliliği yüzünden, ayrıca anlatıya kendi kattığı yenilikler yüzünden, Türk edebiyatında romanın kurucusu sayılmaktadır.” Ahmet Mithat ayrıca, yazma ve anlatma tutkusunu da sürekli olarak kurmaca metnin bir parçası hâline getirmiştir. Bu durum, onun metinlerinde anlatılan hikâyeye ve kurmaca kişilere ek olarak, bir “hikâye anlatan” (ve bunun bilincinde olan) ve “hikâye dinleyen”in bulunmasına sebep olmuştur. Ahmet Mithat romanları, yazarın gölgesi konumundaki anlatıcının kurmaca muhatabıyla bazen karşı karşıya (anlatan-dinleyen, soru soran- cevap veren), bazen yan yana (olayları birlikte gözleyen) ve bazen de bizzat (yani “güya” Ahmet Mithat olarak hikâyeye dâhil olmasıyla) aynı hikâyeyi yaşamak suretiyle kurgulanır. Bu, okuru/muhatabı romanın inşaatı içinde gezdirmek gibidir. Tabiri caizse Ahmet Mithat, okurunu/muhatabını bu inşaattaki tüm kolonları, duvarları, tesisatı göstererek, nereye ne kadar malzeme harcandığı üzerinde sohbet ederek, hangi kalemdeki işlerin daha incelik isteyeceği hakkında bilgi vererek ve yine de akla yatmayan bir nokta olduğunu düşündüğünde olası sorulara cevap vererek yanında gezdirir.


Türk romanında üstkurmaca öğelerinin belirgin şekilde görüldüğü ilk roman olan Müşahedat (1891), dünya edebiyatı açısından da ilk kez bir romancının kendi adını ve biyografik unsurlarını taşıyan bir karakteri romana sokması yönüyle dikkat çekici ve “iddialı” bir romandır.


Türk romanında realist romanın norm hâline gelmesiyle Ahmet Mithat’ın romancılığına karşı olumsuz bir tavır takınılmıştır. Bu olumsuz bakıştan Müşahedat romanı da payını almıştır. Tanpınar’ın

Roman sanatı, hangi seviyede olursa olsun okuyucuyla kitabın baş başa kalmasını ister. Ahmed Midhat Efendi ise daima üçüncü bir şahıs gibi aradadır. Hattâ daha fenası okuyucuyu romanın mutfağına kadar götürür, ona üst üste değişen tekliflerle hikâyenin ilk şartı olan hakikaten olmuş vehminden mahrum eder. İlk hikâyelerinde olduğu gibi “Çengi”de, “Henüz 

onyedi yaşında”da rastlanan bu alışveriş, “Müşahedat”ta kendi roman tarzının alfabesi halini alır.

cümleleri, seksenli hatta doksanlı yıllara kadarki Türk edebiyatının hâkim Ahmet Mithat algısını yansıtmaktadır. Bu yüzden Ahmet Mithat’ın yeniden keşfedilmesi, okuru işin mutfağında gezdiren postmodern edebiyatın Türk edebiyat kanonuna kendisini kabul ettirmesiyle olmuştur.


Ahmet Hamdi Tanpınar’da Üstkurmaca İzleri


Ahmet Hamdi Tanpınar gerçek-kurmaca arasındaki sınırla –az sayıdaki metninde- Ahmet Mithat’tan farklı şekilde üst bir estetik bilinçle oynamıştır. Tanpınar, “Ahmet Cemil İle Mülakât” ve “Tartüffe’le Mülâkat” adlı yazılarıyla Mahur Beste’nin sonunda yer alan “Mahur Beste Hakkında Behçet Bey’e Mektup” bölümlerinde üstkurmacanın imkânlarından faydalanmıştır.



Tutunamayanlar


Tutunamayanlar’da, üstkurmaca romanlarda sıklıkla başvurulan çerçeveleme yönteminden faydalanılarak -daha başlarken- romanın yapıntılığına vurgu yapılır. Turgut’un bir tren yolculuğunda tanıştığı gazeteci, “Sonun Başlangıcı” bölümünde kendisine bir mektupla birlikte büyük bir paket içinde gelen “Tutunamayanlar”ın eline ulaşma hikâyesini anlatıp -Turgut’un isteği doğrultusunda- Günseli ile metin üzerinde yaptıkları değişiklikler konusunda okuru bilgilendirir. Turgut’un mektubu ise, -yine Turgut’un isteği üzerine- romanın sonuna yerleştirilir. 



Yıldız Ecevit, romanın görünür olay örgüsünü farklı metin parçalarını tutan “harç” olarak ele alır:

Turgut, görünürde Selim’in intiharının nedenini araştırmaktadır, ancak hiçbir gerilim içermez bu öykü; yalnızca romanı oluşturan metin adacıklarının kurgulanabilmesi için bir araçtır, o kadar; metin öğelerini bir arada tutmaya yaratan bir katalizördür; işlevi bir duvarın örülmesi sırasında tuğlaları bir arada tutan harcın işleviyle çakışır.


Tehlikeli Oyunlar


Oğuz Atay’ın ikinci romanı olan Tehlikeli Oyunlar (1973) da, ilk romanı gibi farklı muhalif içeriği ve biçimsel arayışları yönünden dikkat çeker. Romandaki üstkurmaca yapıyı detaylı bir şekilde analiz eden Yıldız Ecevit, Atay’ın ilk romanında bulunan iki özelliğin Tehlikeli Oyunlar’da da mevcut olduğunu dile getirir: “İçerik/motif düzleminde bireyin kendisiyle hesaplaşma olgusu, kurgu düzleminde ise üstkurmaca.” Ecevit’e göre üstkurmaca, Tutunamayanlar’daki sayısız biçim denemesinden biriyken Tehlikeli Oyunlar’da metnin ana biçim öğesi durumuna gelmiştir. 

SEKSEN SONRASI TÜRK ROMANINDA ÜSTKURMACA
Üstkurmaca, yeni bir teknik olmamakla beraber postmodern romanın metinlerarasılıkla birlikte en önde gelen alametifarikası olmuştur. Örneklemini ağırlıklı olarak Anglosakson metinleri üzerinden oluşturduğu Metafiction (1984) adlı çalışmasında Patricia Waugh, son yirmi yılda romancıların, romanın teorik yönüyle daha ilgili hâle geldiklerini dile getirerek özbilinçli metinlerin altmışlı yıllardan itibaren yükselişe geçtiğini söyler. Romanın teorik yönü üzerinde durmak ve romanın başarısının salt gerçekliği yansıtmak olmadığı görüşünün Türk edebiyatında -yetmişlerde birkaç örnekle sınırlı kalıp- ağırlıklı olarak seksenlerden itibaren yoğunluk kazandığı görülmektedir. Berna Moran, 12 Eylül darbesinden sonra Türk romanının hem teknik hem de tematik olarak yeni bir döneme girdiğini dile getirir. Nazlı Eray, Latife Tekin, Orhan Pamuk, Bilge Karasu ve Pınar Kür gibi yazarlar, yazdıklarıyla kendilerinden önceki romancılardan kesin bir şekilde ayrılırlar. Daha pek çok isimle genişletilebilecek bu listedeki romancılar, tıpkı Batı’da kurmacayı gerçeğin bir kopyası olarak görmeyip onu başlı başına bir gerçeklik olarak ele alıp 19. yüzyılın klasik gerçekçilik anlayışını yerle bir eden Jorge Luis Borges, Gabriel Garcia Marquez, Italo Calvino, John Barth, Kurt Vonnegut, Donald Bartheleme gibi kronolojiyi, aksamayan bir olay örgüsünü, karakter tutarlılığını, neden sonuç ilişkisini önemsemeyen ve anlatıcının her şeyi bilmesine karşı çıkan, dilin aktarım gücünden şüphe duyan bir roman anlayışının temsilcileri olmuşlardır. Oğuz Atay’sa yetmişli yıllarda yazdıklarıyla seksen sonrası yaşanacak bu köklü değişimin habercisi olmuştur. Yusuf Atılgan, Oğuz Atay, Adalet Ağaoğlu gibi birkaç istisnayı dışarıda tutarsak seksenlere kadar gerçekçi roman anlayışının aralıksız devam ettiği görülür. Yetmişlerden itibaren psikolojik gerçekçiliğe ve biçimselliğe önem veren, bu yönüyle de modernist çizgide düşünülebilecek Ölmeye Yatmak (1973), Anayurt Oteli (1973), Hakkâri’de Bir Mevsim (1977) gibi eserler görürüz. Seksen sonrasında ise geleneksel gerçekçiliği sorgulayan “modernist/postmodernist” roman örnekleri çoğalmaya başlar. Bununla birlikte, gerçekçi tarzda yazan pek çok romancının eski tarzını devam ettirdiği ve yenilikçi biçim arayışlarının yanında toplumsallıktan da kopmadığı görülür. Haddizatında Lukacs’ın ifade ettiği gibi “[y]etenekli bir yazar, kuramsal yenilikçiliği ne kadar aşırı olursa olsun, uygulmada tarihselliğin ve toplumsal çevrenin gerekleriyle uzlaşma zorunda kalacaktır”. Gerçekçiliğin ve toplumsal içeriğin uzun süre egemen olduğu Türk romanında bu durum net şekilde gözlemlenebilmektedir. Kaçış ve Arayış Orhan Pamuk, Cevdet Bey ve Oğulları’nı yazarken (1974-1978) bir tanıdığının kendisine “Sen roman yazıyorsun, ama köyü biliyor musun?” diye sorduğundan bahseder. Çünkü o yıllarda roman yazmak, köyü anlatmak demektir. Cevdet Bey ve Oğulları 19.yüzyıl gerçekçi romanının biçimsel yapısını taşımasına rağmen Pamuk, “Nişantaşı’ndaki ayrıcalıklı tüccar burjuva ailesi üzerine kurulmuş bir romanın kimi ilgilendireceği” konusunda endişe duymuştur. 1980’li yıllara kadar, romancı için de okur için de, romanın nasıl anlatıldığı değil ne anlattığı önemli olmuştur. Bu bağlamda da Türk romanı üzerine 1980’lere kadar yapılan çalışmalar genellikle içerik odaklı olmuştur. Yazarın Kurmaca ve Gerçek Arasındaki Zihni Üstkurmaca romanların hepsi kurmaca ve gerçek arasındanki çizgiye bir şekilde dikkat çekerler. Kimi metinlerde bu çizgi vurgulanır, kimilerinde ise bu çizgi aşılarak farklı anlatı düzeyleri arasında gezilir. Yani metalepsislere başvurulur. Adalet Ağaoğlu, Peride Celal, Selim İleri, Erhan Bener, Burhan Günel, Nedim Gürsel ve Aslı Erdoğan gibi romancılar metalepsislere ya hiç başvurmaz yahut da çok düşük seviyeli bir sınır ihlali yaparlar. Fakat bu, sözkonusu romanların kurmaca-gerçek sınırını sorunsallaştırmadıkları anlamına gelmez. Postmodern estetiği tam anlamıyla benimsemiş metinlerin ontolojik tereddüdünü yaşamasalar da romanın odağındaki romancı figürlerinin epistemolojik endişeleri vasıtasıyla roman yazma eyleminin sorgulanışına şahit oluruz. Roman içinde belirgin bir roman yazma eyleminin yer alıyor olması, doğal olarak ikili bir yapı oluşturur.





KAYNAK

Tuncay BOLAT., TÜRK ROMANINDA ÜSTKURMACA (1980-2000). Çanakkale, 2019. Doktora Tez



Yorumlar